İlk Türk Devletlerinde Kültür ve Uygarlık

1) Toplum Yapısı

İlk Türk devletlerinde toplumun yapısı, Orhun Yazıtlarında şöyle sıralanmıştır:

– Oğuş (Aile)
– Urug (Aileler Birliği – Sülale)
– Boy (Uruglar Birliği)
– Bodun – Budun (Boylar Birliği)
– İl (Devlet)

Oğuş (Aile)

Türk toplumunun en küçük sosyal birimi aile (Oğuş) dir. Aile genelde; anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelirdi. Evlenen kız veya erkek, ailesinden ayrılarak ayrı bir ev kurardı. Türkçede evlenmek sözünün anlamı da ev kurmak, ev sahibi olmak demekti. Ailede en küçük erkek kardeş, genellikle baba ocağında kalırdı. Türk toplumunda kadın, genelde erkekle eşit haklara sahipti. Türk kadını erkeğin gördüğü bütün işleri görür, aile denilen kutsal çatıyı meydana getirirdi. Erkeklerin tek kadınla evlenmesi yaygındı.
Urug (Aileler Birliği – Sülale)

Türk toplumunda ailenin birleşmesinden Urug ( Sülale) meydana gelirdi. Aileler birliği anlamına gelen urug, genellikle birbirine yakın akrabalık bağlarıyla bağlı olan ailelerden oluşurdu. Sosyal ve ekonomik yönden birbirine destek olan aileler birleşerek bir araya gelir, urug ile ilgili kararlar, aile reisleri tarafından alınır ve uygulanırdı. Uruglar, bağımsız bir yapı olmayıp, siyasi yönden bir boyun parçası idiler.
Boy (Uruglar Birliği)

Urugların birleşmesi ile boy meydana geliyordu. Boy, siyasi bir nitelik taşır ve başında bey bulunurdu. Boy beyleri, başında bulunduğu topluluğu, töreye göre idare ederdi. Boy beylerinin görevi boyun çıkarlarını korumak, adalet ve dayanışmayı sağlamaktı. Boy beyi cesareti, ekonomik gücü ve doğruluğu ile tanınmış kimseler arasından seçilirdi. Boy beyini, boyu meydana getiren aile temsilcilerinden oluşan bir kurul seçerdi. Her boyun belli toprağı ve askeri gücü bulunurdu. Boylar genellikle soy ve dil birliğine sahiptiler. Ayrıca her boyun özel bir damgası bulunurdu.
Bodun – Budun (Boylar Birliği – Millet)

Boyların birleşmesinden budun (bodun) oluşur ve başında yönetici olarak han bulunurdu. Han’ın başkanlığında bir merkezden idare edilen bodun, siyasi yönden bağımsız olduğu gibi il’ e de bağlı olabilirdi. Bodunlar, boyların yakın işbirliği sonucu meydana gelen siyasi bir topluluktu.
İl (Devlet)

Bodunların (Budun-millet) birleşmesiyle il (devlet) meydana geliyordu. İl, belli bir toprağı, halkı, hukuki düzeni olan siyasi bir topluluktu. İl dağıldığında, onu oluşturan alt birlikler aynen özelliklerini korurlardı. Bu yüzden, Türklerde yıkılan bir devletin yerine yenisini kurmak hiç zor değildi. Eski Türklerdeki bu sosyal teşkilat, Türklerin tarih sahnesinden silinmemesinde önemli rol oynamıştır. İlk Türk devletlerinde, Uygurlar hariç, diğer Türk topluluklarında göçebe bozkır hayatı hâkimdi.

Türk devletlerinde toplum ekonomik ve dini özgürlüğe sahipti. Otlaklar ve yaylalar dışında, kişiler sahip oldukları mallarını istedikleri gibi özgürce kullanabilirlerdi. Türk toplumunda soyluluk (asillik) ve kölelik gibi sosyal sınıflar da yoktur.
2) Devlet Yönetimi

İslamiyet’ten önceki Türk topluluklarında siyasi yapının en üst kademesinde “il”, “el” denilen devlet yer alıyordu. Belirli sınırlara sahip toprak parçası üzerinde bağımsızlığını elinde bulunduran bir milletin teşkilatlanması devleti oluşturmaktadır. Türkler, devlet arazisini bütün milletin canı pahasına korumakla görevli olduğu ata yadigârı olarak görür, üzerinde ancak hür ve bağımsız yaşayabildikleri toprağı vatan kabul ederlerdi. Devletin başında hakan (han-kağan) bulunurdu. Türklerde devletin kurulabilmesi için gerekli bazı unsurlar vardır. Bunlar millet, ülke ve egemenliktir.
Millet ( Budun)

Daha önce de belirtildiği gibi aileler urugları, uruglar da boyları meydana getiriyordu. Boyların birleşmesiyle de budun (bodun) denilen millet ortaya çıkıyordu. Türklerde millet kavramı çok gelişmiştir. Millet, devletin esas kurucu unsuru olarak düşünülürdü. Hükümdar milleti için vardı ve onu başarılı kılan milletti. Millet olma bilinci Türklerde Hunlar zamanında ortaya çıkmış, Göktürkler döneminde de olgunlaşmıştır.
Ülke (Uluş)

Türklerin uluş dedikleri ülke; bağımsız bir devletin bütün hak ve yetkilerini kesin bir şekilde kullandığı, sınırları belirli coğrafi sahadır. Ülkesi (toprağı) olmayan bir millet ve devlet düşünülemez. Türklerde ülke daima bütünlüğünü korumuştur. Mete Han, kendisinden çorak bir arazi parçasını isteyen Tung-hulara, millete ait toprağı başkasına vermeye yetkili olmadığını söyleyerek savaş açmıştır. Türklerde ülke, vatan anlayışı daima siyasi bağımsızlık fikri ile beraber düşünülmüştür. Nitekim bağımsızlıkları sona erdiğinde Türkler topraklarını kolayca terk edebiliyorlardı.
Egemenlik (Erklik – hâkimiyet)

Egemenlik; devletin emretme, icra etme, hak, yetki ve kudretine sahip olma durumudur. Bir başka deyişle, devletin siyasî otoritesinin kaynağıdır. Devlet kurulduğunda egemenlik gücü, devletin askerî, idarî ve siyasî kurumları aracılığıyla yürütülmektedir.
Belgeler, Türk egemenlik anlayışının karizmatik anlayış olduğuna yani, Türk hükümdarlarına devlet idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiğini belirtir. Tanrı vergisi kabul edilen siyasi iktidar kut kavramı ile ifade edilmiş, hükümdarın şahsı ve ailesi kutlu sayılmıştır. Yani siyasi iktidar hakkı, diğer insanlar arasından seçilmiş hükümdara ve ailesine verilmiştir. Kut kavramı bir bakıma ilâhî seçkinliğin bir ifadesidir. Hükümdar, Tanrı irade ettiği, kendisine kut yani devlet, baht ve iyi talih verdiği için hükümdardır ve siyasî iktidara sahiptir.

Türklerde hükümdarın ailesine hanedan denilmiştir. Egemenlik anlayışının bir sonucu olarak da hükümdarlık bir aile mirası kabul edilmiştir. Tanrı bağışı olan kut’un kan yoluyla hükümdardan bütün erkek çocuklarına geçtiği düşünülmüş, bundan dolayı da hanedanın her üyesi tahtta hak iddia edebilmiştir. Hükümdar olmak için hanedan üyelerinin birbirleriyle yaptıkları mücadelede, üstün gelerek tahta fiilen sahip olanın gerçek kut ile donatıldığına inanılmıştır.

Türk devletlerinde egemenliğin devamı, siyasî ve ekonomik devamlılığa, aynı zamanda adalet düzeninin ve güvenliğin varlığına bağlıydı. Devletin başındaki hükümdar, hanedanın diğer üyelerini ülkenin çeşitli idarî bölümlerine gönderirdi. Orta Asya Türk devletlerinde, hakanlar genellikle ülkenin doğusunda otururlar, batıya da aileden birini yabgu unvanıyla gönderirlerdi. Diğer yörelere de idareci olarak ailenin diğer fertleri atanırdı.

Türk devletlerinde egemenliği temsil eden bir takım semboller vardır. En önemli egemenlik sembolleri; hükümdarın kullandığı unvanlar, adına bastırdığı para, devletin yönetildiği saray, taht (örgin), otağ (hakan çadırı), tuğ, mühür, bayrak, davul, yay ve sorguç idi. Bu semboller sadece hükümdar tarafından kullanılabilir, başkaları tarafından kullanılamazdı. Kullanılması hükümdara isyan etme ile eş anlamlıydı.
Hükümdar

Türk devletlerinde egemenliğin ve siyasî iktidarın en başta gelen unsuru hükümdardı. Türk hükümdarları; şanyü, kağan, hakan, han, yabgu, il teber, idi-kut ve erkin gibi unvanlar kullanmışlardır. Hükümdar olmanın kaynağının ilahî olduğunu daha önce görmüştük. Ancak, Türk devletlerinin en zayıf yönü, veraset (mirasta hak sahibi olma) konusunun belli bir kurala bağlanmamış olmasıydı. Kutlu hanedan soyundan olanlar hükümdar olabiliyordu. Tanrı tarafından hakana verildiği düşünülen yönetme hakkı (kut), kan yoluyla babadan erkek çocuklara da geçiyor, bu da tüm çocuklara, taht üzerinde hak sağladığına inanılıyordu. Tarih boyu hanedana mensup Türk hükümdarlarının tahta çıkışı başlıca dört şekilde gerçekleşmiştir:

a) Hanedan üyeleri arasındaki siyasi ve askerî mücadeleyi kazanan hükümdar olarak tahta çıkıyordu. Türk tarihinde, tahta çıkmada en sık rastlanan usul bu idi. Mücadele, kardeşle kardeş arasında olabileceği gibi amca ile yeğen, baba ile oğul arasında da olabiliyordu. Türk kültüründe ana-babaya itaat esas olmakla birlikte hükümdar bunun dışında tutulmuştur. Babasını devirip tahtı ele geçiren hiçbir Türk hükümdarını kamuoyu suçlamamıştır.

b) Hükümdarın rakipsiz aday olması kolayca tahta çıkmasını sağlıyordu.

c) Hükümdarın tahta çıkmasındaki diğer şekil ise seçim usulü idi. Hükümdar ölünce, yüksek dereceli meclis (kengeş, toy, kurultay veya meşveret meclisi) toplanır, hanedan üyelerinden birini hükümdar seçerdi. Meclis desteğini alan hanedan üyesi genellikle hükümdar olurdu.

d) Hükümdarın tahta çıkışında uygulanan diğer bir sistemde ekberiyet sistemi idi. Bu sistem uzun süre tartışılmış, sonunda XVII. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu hükümdarı I. Ahmet (1603-1617), kardeş katli geleneğine son vererek ekber ve erşed (hanedan üyelerinin ekber; büyük olanının erşed ise, en akıllı ve sağlıklı olanının hükümdar yapılması) sistemini uygulamıştır.

Belirtilen tahta çıkış şekillerinin hepsi de Türk töresi çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Türk örf hukuku da denilen Türk töresi, Türk devlet ve sosyal hayatını düzenleyen hukukî kuralların bütünü idi. Yazılı olmayan bu kurallar, Türk topluluklarında canlılığını sürdürmüş ve vazgeçilmez olmuştur. Türk töresinin vazgeçilmez prensipleri arasında; adalet, iyilik, eşitlik, güzel ahlâk, haksızlığa karşı durmak, tüm insanlara karşı merhametli olmak ve tolerans sayılabilir.

Türk hükümdarı görünüşte, yaptıklarından ancak Tanrı’ya karşı sorumlu idi. Fakat hükümdarın töreye aykırı hareket etmesi de zordu. Töreye aykırı hareket eden hükümdar Türk toplumunca Tanrı’nın kut’u ondan geri aldığı inancıyla, tahttan indirilirdi. Görüldüğü gibi Türk töresi, Türk varlığını tamamen kuşatmıştı. Bu yüzden eski inanışta “İl gider, töre kalır” denilerek, törenin devletten bile önde geldiği vurgulanmıştır.

Türk devletinin başında bulunan hükümdarda birtakım özelliklerin de bulunması gerekiyordu. Bu özellikler; bilgelik (akıllılık), alplik (cesaret ve kahramanlık), erdemlilik ve âdillik idi. Bu değerlere sahip olan hükümdar, halkının hak ve hukukunu gözeterek huzur ve sükûnu sağlardı. Göktürk Kitabeleri’nde belirtildiği gibi, Türk hükümdarlarının görevleri şunlardır:

“Tebaa (halk) aç ise doyurmak, çıplak ise giydirmek, sayıca az ise çoğaltmak, halkı refah içinde yaşatmak, töreyi (kanunları) düzenleyip uygulayarak, mali istikrarı, dirlik ve düzenliği sağlamak, adaleti temin etmekti.”

Göktürk Kitabeleri’nde Türk hükümdarı, dünya hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Dünyanın tek bir elden yönetilebileceği ve bunun Türk idaresi altında olacağı fikri, Türk tarihinin başlangıcından beri vardır. Bunu bazı tarih araştırmacıları “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi (Düşüncesi)” diye ifade etmiştir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de varlığını koruyan bu düşünce, sadece Türklere has bir düşünce değil, tarihten günümüze kadar kurulan ve çok güçlenen bütün devletlerde Dünya’yı (Roma İmparatorluğu, Büyük İskender Devleti, İngiltere, Fransa, Almanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, ABD vb. gibi) tek elden yönetme fikri vardır.
Hatun (Katun)

Türk devletlerinde hükümdarın eşine hatun denirdi. Hükümdarın en başta gelen yardımcılarından biri eşleri idi. Devlet yönetiminde de söz sahibi olan hatun, gerektiğinde devlet başkanlığı yapar, elçileri kabul eder ve devlet meclisine katılabilirdi. Hatta bazı hükümdar fermanlarına bile imza attıkları olurdu. Türk hükümdarları Çinli prenseslerle siyasî evlilikler yapmışlarsa da, ancak oğulları hükümdar olan ilk eşler (hatunlar) ise genellikle Türklerden seçilmiştir.
Meclis ve Hükümet

Türk devletlerinde, devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclise “toy”, “kurultay” veya “kengeş” adı verilmiştir. Bu meclisler, yılın belli zamanlarında toplanırlar ve devletin ana meselelerini görüşürlerdi. Hakan, meclisin tabiî başkanıydı. Hakanın katılmadığı zamanlarda meclise aygucı denilen vezir başkanlık ederdi. Aygucı; bu günkü başbakan seviyesindeki kişi olup hükümdar adına faaliyette bulunur, gerektiğinde ona hesap verir ve muntazam olarak da hükümdarla görüşebilirdi. Meclise asker-sivil bütün devlet adamları, boy beyleri, bağlı bulunan çeşitli kavimlerin yöneticileri ve hükümdar eşleri katılırdı. Meclis, genellikle hükümdarların ölümlerinden sonra, savaş ve barış kararlarının alınacağı zamanlarda ve millî felaketlerde toplanır, en üst düzeyde kararlar alırdı.

Meclislerin yanı sıra siyasî teşkilatlanmanın en önemli kurumu hükümet (Ayuki) idi. Hükümet, hükümdarın emirlerini ve meclisin kararlarını uygular, icraat yapardı. Hükümetin, her biri değişik işlerde görevli üyelerine buyruk (bakan) deniliyordu. Tamgacılar ise, devletin çok önem verdiği dış siyaset işlerini yürüten görevlilerdi. Bunlardan başka, ülkenin denetim ve vergi işleriyle ilgilenen tudun unvanlı görevlileri de vardı.
İkili Teşkilat

Türklerde ilk devlet teşkilatı, Büyük Hun İmparatorluğu hükümdarı Mete Han tarafından yapılmıştır. Ülke sağ-sol, doğu-batı şeklinde ikiye ayrılarak yönetilmiştir. Bu ikili teşkilatın kaynağı, Türklerin Gök Tanrı inancıyla ilgili idi. Güneşin doğduğu taraf kutsal sayıldığı için yönetimde doğu bölgesi batıya göre üstün kabul edilmiştir. Bu anlayışla hakan ülkenin doğu kanadında otururdu. Batı kanadını ise yabgu unvanıyla hükümdarın kardeşi yönetirdi. Yabgu, iç işlerinde serbest, dış işlerinde ise büyük hakana bağlı idi.

Hükümdar çocukları olan tiginler, devleti yönetme konusunda deneyim kazanmaları için ülkenin çeşitli yerlerine şad unvanıyla yönetici olarak gönderilirlerdi. Bu mevkilerin yanı sıra; inal, inanç, tarkan, bağa, tudun, çor, külüğ, çavuş, apa, ataman gibi unvanlar taşıyan devlet görevlileri vardı ki, bu unvanları taşıyanlar genellikle asker şahıslardı.
3) Ordu

İlk Türk Devletlerinde Ordunun Yeri ve Önemi

İlk Türk devletleri askerî temeller üzerine kurulmuşlardı. Bu nedenle, sosyal hayatta ve devlet teşkilatında askerî bir disiplin egemendi. Türklerin tarihte güçlü ve büyük devletler kurmalarının nedenlerinden birisi de disiplinli ve güçlü ordulara sahip olmaları idi. Bozkırın güç yaşam koşulları, Türkleri dayanıklı ve mücadeleci bir millet haline getirmişti.

Başlangıçta askerlik, Türlerde özel bir meslek olmayıp, kadınlar da dâhil herkes savaş sanatını bilir, gerektiğinde kendi beylerinin komutasında orduya katılırlardı. Türk halkının gerektiğinde ordusunun yanında yer alması, tarihin her devrinde mevcut olmuştur. Bu bakımdan Türk toplumu ordu-millet deyimi ile nitelendirilmiştir. Bu düşünce günümüzde hâlâ bütün canlılığı ile devam etmektedir.

İlk düzenli Türk ordusu, büyük Türk hakanı Mete tarafından kurulmuştur. Bu yüzden, Mete’nin tahta çıkış tarihi olan MÖ 209 yılı Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Orta Asya Türk devletlerinde, ordunun dayandığı temel kaynak halk idi. Gerek Mete Han’ın kendine ait daimî muhafızları, gerekse savaşlar sırasında toparlanan askerlerin tamamına yakını Türklerden oluşuyordu. Orta Asya Türk ordu yapısındaki iki temel unsur teşkilat ve teçhizat idi:
Ordu Teşkilatı

Büyük Hun ve Avrupa Hun devletlerinde ordu en başta sağ-sol kavramlarıyla ikiye ayrılıyordu. Sağ ve sol kanatlar 24 ana kısımlı sisteme göre yapılandırılmıştı. 24 rakamı Hunların dayandığı boyların sayısı idi.

İlk Türk devletlerinde ordu, 10’lu sisteme göre teşkilatlanmıştır. Buna göre en büyük birlik on bin kişiden oluşuyordu ki, bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar tümen adını vermişlerdir. Tümenler binlere, yüzlere ve onlara ayrılıyordu. Bu birliklerin başında tümenbaşı, binbaşı, yüzbaşı ve onbaşı rütbelerini taşıyan komutanları vardı. Bunlardan başka Türk ordusunda kül, çor, apa, tarkan ve şad gibi komutanlar da bulunuyordu. On’lu sistem, Türk ordusunun rahat ve hızlı bir şekilde hareket etmesine ve ani baskınlarla düşmana saldırmasına uygun bir sistemdi.

Boy beyleri, barış zamanlarında kendi bölgelerini yönetir, savaş zamanında ise askerleri ile kağanın ordusuna katılırlardı. Böylece boy beyleri, askerleri ile kağanı destekleyerek onun komutası altındaki ordunun bir parçası olurlardı. İlk Türk devletleri ordularında bugünkü flâma ve sancakların benzeri at kuyruğundan yapılmış tuğlar kullanıyorlardı. Hakanın tuğunun tepesinde bir kurt başı bulunurdu. Komutan ve beylere hakan tarafından verilen tuğların sayısı da aynı zamanda onların rütbelerini gösterirdi. Türklerdeki bu ordu düzeni, göç eden Türkler aracılığı ile Avrupa’ya da geçmiştir. Türk ordu teşkilatı ve donanımı, Romalılardan Ruslara, Moğollardan Çinlilere kadar pek çok ulusça taklit edilmiştir.

Şâma: İşaret olarak ya da çeşitli amaçlarla kullanılan küçük bayrak
Sancak: Bayrak. Genellikle askerî birliklere verilen yazı işlemeli, kenarları saçaklı ve gönderli bayrak.
Teçhizat (Askerî Vasıtalar)

Türk ordusunun temelinde disiplin vardı. Türkler çocuklarına küçük yaştan itibaren ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve ok atmayı öğreterek asker gibi yetiştirirlerdi. Türk askerlik sistemi içersinde at en önemli vasıta idi. At, Türklerin günlük yaşantısında olduğu kadar, askerlikte de vazgeçilmez bir unsurdu. Türkler at sayesinde her türlü savaş manevrasını ve taktiğini en iyi şekilde uygulamışlardır. Bu nedenle Türkler insan ve silah öğelerini uyumlu ve etkili bir şekilde kullanarak büyük askerî başarılar kazanmışlardır. Kaynaklara göre, Orta Asya’da bir Türk atı tipi doğmuştur ki, bu atın başı ve kulakları küçük, göğsü ve sağrıları kuvvetli idi. Gür ve uzun yeleli olan bu atın genel yapısı küçüktü. Türk atı aynı zamanda süratli ve son derece dayanıklı idi. İlk Türk devletleri, ordularının atlı birliklerden oluşmasından dolayı genellikle hafif silâhlar kullanmışlardır. Bu silâhlar tek bir askerin taşıyabileceği ağırlıkta idi. Kullanılan silâhlar ise başta ok ve yay olmak üzere kılıç, kalkan, kargı, mızrak, süngü, hançer ve bıçak idi. Türklerin keskin kılıçları, ıslık çalan okları ve kavisli yayları ünlü idi. Silâhlarını kendileri imal eden Türkler, at üstünde giderken bile çok iyi ok atabiliyorlardı.
Türk Ordusunda Strateji ve Taktik

Tamamı atlı birliklerden oluşan Türk ordusu, hızlı manevra yeteneğine sahipti. Baskın şeklinde yapılan saldırılarla düşman üzerinde büyük şaşkınlık yaratılır, düşmana en şiddetli darbeyi de keskin okçular vururdu. Bir bölgeyi almak isteyen Türkler, önce keşif seferleri, arkasından da yıpratma savaşları yaparlardı. Düşman saldırılarından korunmak amacıyla sınır boylarında belirli genişlikte boş alanlar bırakılırdı. Ani bir düşman saldırısına karşı gözcü ve öncü askerî birlikler, daima hazırda bekletilirdi. Türk ordusunun iki önemli savaş taktiği vardı ki bunlar sahte ricat (sahte geri çekilme) ve pusu kurma idi. Türklerin uzun yıllar başarıyla uyguladıkları sahte ricata Turan taktiği, bazı kaynaklarda da kurt kapanı adı da verilmiştir. Buna göre; merkezdeki kuvvetler düşmana karşı saldırıya geçtikten kısa bir süre sonra yenilmiş gibi yaparak geri çekilirdi. Bu yenilgiye inanan düşman birlikleri de geri çekilen Türk askerini takibe geçerdi. Yarım ay biçiminde pusuda bekleyen Türk süvari birlikleri, düşmanın tam pusu içine girmesiyle harekete geçer ve düşman çember içine alınarak imha edilirdi. Bu taktik; 1071 Malazgirt, 1396 Niğbolu, 1526 Mohaç ve en son olarak da 26 Ağustos 1922’de Atatürk tarafından Büyük Taarruz’da başarıyla uygulanmıştır.

Türk ordusu, sahip olduğu üstün özellikleri ve gelişmiş silâhlarıyla, Çin başta olmak üzere Moğol, İran, Bizans ve Roma üzerinde etkili olmuşlar, bu devletler kendi ordularını oluştururken, Türk ordularını örnek almaya çalışmışlardır.
4) Din ve İnanç

Genel olarak eski Türklerin dinî inançlarını üç grupta toplamak mümkündür:

a) Tabiat Kuvvetlerine İnanma

Eski Türkler dağ, tepe, kaya, ırmak, vadi, ağaç, orman, göl, güneş, ay ve yıldız gibi varlıklarda bir takım gizli güçlerin olduğuna inanıyorlardı. Doğada bulunan bu ruhlara idik yer-su (Kutsal yer-su) ismini vermişlerdi. Türkler ruhları iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırıyorlardı. Türkler ayrıca, yağmur yağdırmak, rüzgâr estirmek için sihirli olduğuna inanılan yada taşı’nı da kullanmışlar ve kutsal saymışlardır.

Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar, yılın belirli aylarında başta hakan olmak üzere, tüm yöneticiler ve halk, kutsal sayılan ata mağarasında Gök Tanrı’ya, atalara ve kutsal ruhlara at ve koyun kurban ederlerdi.

Türkler, ölen kişi adına yuğ adı verilen cenaze töreni yaparlardı. Bu törende ölen kişi için yas tutulur, ölünün bulunduğu çadırın etrafında atlarla dolaşılır, at ve koyun kurban edilerek ziyafetler düzenlenirdi. Göktürkler, cenaze töreni için yaprak dökümünü (sonbahar) ya da ağaçların yapraklanmasını (ilkbahar) beklerlerdi. Bu bekleyiş sırasında kurgan adı verilen mezarlar hazırlanırdı. Bu süre içerisinde cesedin bozulmaması için ölüler mumyalanırdı. Mezarın yanına, ölen kişinin hayatta iken öldürdüğü düşmanların, taştan kabaca yontulmuş tasvirleri dikilirdi. Bu taşlara balbal denirdi. Öldükten sonra, ölen kişinin dünyadaki gibi aynı hayat şeklini öbür dünyada da yaşayacağı inanışından dolayı ölen kişi ile birlikte ona ait olan atı, silâhları, sevdiği eşyaları da gömülürdü.
b) Atalar Kültü

Eski Türklerde ölmüş büyükler ve atalara ait hatıralar kutsal sayılırdı. Baba ve genellikle ataların öldükten sonra ruhları aracılığı ile aile bireylerini korumaya devam ettiklerine inanırlar, bu nedenle de onlara karşı duydukları minnet hissi ile atalara kurbanlar keserlerdi. En değerli kurban at idi. Atalara ait hatıralara verilen önem, mezarlara yapılan saldırıların ağır bir şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır. Attila’nın çıktığı I.Balkan Seferi’nin nedenlerinden biri olarak, Hun hükümdar ailesi mezarlarının, Bizans’ın Margos piskoposu tarafından açılarak soyulmuş olması gösterilmektedir. Bu harekete sebep, Türklerin ölülerini silâhları ve kıymetli eşyaları ile birlikte gömmeleri idi. Çünkü Türkler, ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların ölümsüz olduklarına inanırlardı. Ailenin kurucusu ve koruyucusuna gösterilen bu saygı ve minnet hissi İslami devirde biraz değişerek devam etmiştir. Nitekim sultanların tahta çıktıklarında, atalarının mezarlarını ziyaret etmeleri bu âdetin bir devamı sayılmıştır.
c) Gök Tanrı İnancı (Dini)

Türklerin asıl dini Gök Tanrı inancı idi. Orhun Kitabeleri’nde de belirtildiği gibi bütün kâinatı yaratan Gök Tanrı idi. Türk hükümdarlarına kut verip, iktidar sahibi yaptığına inanılan güç de Gök Tanrı idi. Bugünkü Tanrı sözcüğü, Orhun Kitabeleri’nde Tengri veya Tengiri biçiminde geçmektedir. Bu sözcük, bazı söyleyiş farklılıklarıyla hemen hemen bütün Türk lehçelerinde kullanılmıştır.

Türk inanışına göre gök ve yer yedişer kat yaratılmıştı. Tanrı göğün son katında otururdu. Yerin ve göğün ortasında insanlar ve diğer canlılar yaşardı. Tanrıdan başka kutsal olan şeylerde vardı, ama bunlar Tanrı değildi, Tanrı tekti. Türkler için Gök Tanrı çok önemli idi. Çünkü onlara güç verdiğine, onları zafere ulaştırdığına ve millete hayat verdiğine inanırlardı. Nitekim Büyük Hun Hükümdarı Mete Han, MÖ 176 yılında Çin imparatoruna gönderdiği bir mektupta, kendisinin Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını belirterek, askerî zaferlerini Gök Tanrı’nın yardımıyla kazandığını belirtmiştir.

Gök Tanrı inancına göre Gök Tanrı; can veren, yaşatan ve öldüren, insanlara yol gösteren, insanların varlıklarına hükmeden, cezalandıran ve mükâfatlandırandır. Gök Tanrı’nın isteği ile hakan tahta geçmiştir. Tanrı, hakanın emirlerine uymayanları cezalandırırdı. Kut’a layık olmayanlardan verdiği, bağışladığı kutu geri alırdı.

Türklerde güçlü bir ahiret inancı vardı. İyi insanların uçmağ denilen cennete, kötü insanlarında tamu denilen cehenneme gittiklerine inanırlardı. Gök Tanrı inancında din adamlarına kam adı verilirdi. Kamlar halk içinde saygı görürlerdi. Ancak din adamları imtiyazlı bir sınıf halinde değillerdi, devlet yönetiminde de rol almazlardı. Gök Tanrı dinindeki tek tanrı inancı, gelecekte Türklerin İslâm dinine girmelerini kolaylaştıran önemli bir neden olmuştur.
Türklerin Kabul Ettikleri Diğer Dinler

Tarihin çeşitli dönemlerinde Orta Asya’dan göç eden Türkler çeşitli bölgelerde, değişik kültür ve medeniyetlerle karşılaşarak etkileşim içinde bulunmuşlardır. Bu etkileşimin sonucunda da çeşitli dinlerle tanışmışlardır. İlk Türkler arasında en yaygın inanç Gök Tanrı dini olmakla birlikte, Çin’de devlet kuran Tabgaçlar Budizm’in etkisinde kalarak ulusal kimliklerini yitirmişlerdir. Uygurlar, Budizm, Mani ve Hristiyanlık dinlerini benimserken, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Tuna Bulgarları ve Kumanlarda Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Hazar halkı arasında ise Musevîlik, Hristiyanlık v e İslamiyet yayılırklen , İtil Bulgarları da İslamiyet’i seçmişlerdir. Bu devletler içinde dinî hoşgörüye daha fazla sahip olan devletler Uygurlar ve Hazarlardı. Ancak, bu dinlerin hiçbiri İslamiyet kadar Türkler arasında yayılmamış ve etkili olmamıştır. İslamiyet dışındaki dinleri benimseyen Türk boyları, bulundukları coğrafyada azınlık olmanın da etkisiyle bir süre sonra Türklük özelliklerini kaybetmişlerdir. Gök Tanrı dininden İslamiyet’e geçenler ise benlik ve kimliklerini korumuşlardır. Bunda Gök Tanrı diniyle İslam dini arasındaki benzerlikler ve İslam dininin Türk karakterine uygunluğu etkili olmuştur.
5) Hukuk

Töre, yaşanan hayatın zaman içerisinde sosyal ve hukukî yönden değer kazanmış ve benimsenmiş davranışlarından oluşan ve herkesin uymak zorunda olduğu kurallar bütünüdür. Yazılı olmayan bu hukuk kuralları toplum düzenini sağlayan ana prensiplerdi. Her konuda törenin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek yetişirlerdi. Dolayısıyla araştırmacılar Türk töresini, Türk örf hukuku olarak da isimlendirmişlerdir. Törenin değişmeyen hükümleri adalet, iyilik ve eşitlikti. Devlet hayatında, aile içinde ve günlük hayatta törenin dışına çıkılmazdı. Töreye uymamak en büyük suç sayılırdı. Hükümdar da töreye uymak zorunda idi. Türk devletlerinde, sosyal düzeni sağlamada önemli yeri olan mahkemeler vardı. Mahkemenin başında bulunan kişilere yargan (hâkim denilirdi. Bu mahkemeler adi suçlara bakardı. Kağan’ın başkanlık ettiği mahkemeye ise yargu (yüksek devlet mahkemesi) denilirdi. Bu mahkemede siyasî suçlara bakardı.

Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümleri kapsıyordu. Cezaları ağırdı. Hırsızlara çaldığı malın (eşyanın) on katı ödetilirdi. Daha hafif suç işleyenler ise on güne kadar hapis cezasına çarptırılırlardı. Suçluların bizzat devlet tarafından cezalandırılması toplumda kan davası geleneğinin ortaya çıkmasını engellemiştir.

Eski Türklerde genellikle tek eşlilik mevcuttu. Miras hukukuna göre topraklar en küçük erkek çocuğa, taşınabilir mallar ise diğer oğullara verilirdi. Uygurlar döneminde ticari ilişkilerin gelişmesi ile kişiler arasındaki anlaşmazlıkları çözümleyecek kuralların yazılı hale getirilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Türk hukuku ilk kez Uygurlar tarafından yazılı hâle getirilmiştir. İslamiyet’in kabulünden sonra, Türk hukuku değişikliklere uğramıştır. Töreye dayalı örfî hukukla beraber İslam hukuku da benimsenmiştir.
6) Yazı, Dil ve Edebiyat

Türkler tarih boyunca Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabelerini kullanmışlardır. Bu alfabelerden Göktürk ve Uygur alfabeleri Türklerin millî alfabeleridir.

Göktürk (Orhun ) Alfabesi; Türklerin en eski millî alfabesidir. Göktürk yazısında 4’ü sesli, 34’ü sessiz olmak üzere 38 harf bulunmaktadır. Bu alfabede yazı sağdan sola doğru yazılır ve kelimeler, aralarına, üst üste iki nokta konarak birbirinden ayrılırdı. Göktürk yazısına ilk olarak Orhun nehri dolaylarında bulunan yazıtlarda rastlandığı için Orhun Alfabesi de denilmiştir. Bu alfabe X.yüzyıla kadar ufak değişikliklerle Kırgızlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler tarafından da kullanılmıştır.

Göktürk alfabesiyle yazılmış en önemli eser Türk edebiyatının ilk yazılı eseri olan Göktürk Kitabeleri’d i r. Bu kitabelerin en önemlileri Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına yazılanlarıdır. Göktürk Kitabeleri’nde kullanılan gelişmiş alfabe, Türklerin çok daha önceleri yazıyı kullandıkları fikrini kuvvetlendirmiştir. Nitekim yapılan son araştırmalar da bu fikri destekler niteliktedir. Isık Göl civarında MÖ V. ve VI. yüzyıllar arasına ait olduğu tespit edilen Esik Kurganı’nda gümüş bir kepçe bulunmuştur. Bulunan bu kepçenin üzerindeki yazının Göktürk alfabesiyle yazılmış olduğu anlaşılmıştır.

Uygur Alfabesi; Türklerin ikinci millî alfabesidir. Bu alfabe Soğd alfabesinden alınıp, bazı ilave ve değişiklikler yapılarak ortaya çıkarılmıştır. Uygur alfabesi 3’ü sesli 15’i sesiz olmak üzere 18 harften oluşmaktadır. Bu alfabede yazı sağdan sola doğru yazılırdı. Harşer kelimenin başında, ortasında ve sonunda değişik şekiller alırdı. Harşer, özellikle ince yazıldığı zaman, belirgin olmadığından bu yazının yazılması kolay, fakat okunması zordu. Bu alfabe VIII. yüzyılın ilk yarısından XV yüzyılın sonlarına kadar pek çok Türk devleti tarafından kullanılmıştır. Hatta Osmanlı sarayında Fatih Sultan Mehmet zamanında dahi kullanılmıştır. Uygurlar, XIII. yüzyılda Moğol egemenliğine girmelerinden sonra Uygur alfabesi, uzun bir süre Moğolların resmî yazısı olmuştur.

Uygurlar Avrupalılardan yüzyıllar önce kâğıt yapmasını biliyorlardı. Bu yüzden Uygurlar yazılarını kâğıt üzerine yazmışlardır. Ayrıca hareketli harf sistemine dayanan matbaayı da Uygurların bulduğu, basılan Uygurca kitapların çokluğundan anlaşılmaktadır. Uygurlar, Çin ve Hint eserlerinin pek çoğunu Türkçeye çevirmişlerdir. Bunun yanında kendileri de çok sayıda yazılı eser meydana getirmişlerdir. Uygurlar döneminden kalan en önemli eserlerden biri olan Altun Yaruk, Çinceden Uygur Türkçesine çeviridir. Bu eserde Buda dinine ait dinî-ahlâkî konular işlenmektedir. Yine Sekiz Yükmek ve İki Kardeş Hikâyesi de en ünlü Uygur metinleri arasındadır.
Dil

Orta Asya’da Türk diye nitelenen kavimlerin en önemli ortak yönü dil, yani Türkçe idi. Önceleri çeşitli Türk boyları değişik adlarla anılırdı. VI. yüzyıldan itibaren bu boylara genel olarak Türk denmesinin birinci dayanağı konuştukları dil yani Türk dili idi. Böylece boylar, konuşmaları sayesinde tek bir millet olduklarını anlayıp, birlikte yaşamaya başlamışlardır.

Türk dilinin tarihi, milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe Ural-Altay dil ailesinin Altay grubu içinde yer alır. Altay dilleri arasında Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri de vardır. Türkçenin ilk dönemlerine ait yazılı belge olmadığı için, Türk dilinin ilk dönemleri hakkında açık ve kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak, Orhun Kitabeleri’ndeki ifade ve kelime zenginliğine bakılarak, Türkçenin varlığı çok eski zamanlara götürülmektedir.
Edebiyat

Türk dilinin edebiyat ürünlerini sözlü ve yazılı olmak üzere iki grupta inceleyebiliriz:

Sözlü Türk Edebiyatı

Türk dilinin edebiyat olarak ilk örnekleri sözlüdü r. Halk dilindeki destan ve efsaneler sözlü edebiyatın en önemli örnekleridir. Destan ve efsaneler bir milletin fikir ve düşünce tarihidir. Destan ve efsanelerde genellikle Türklerin düşünce ve inançları, millî kahramanlıkları anlatılmaktadır. Orta Asya Türklerinin en önemli destanları; Saka Türklerinin Alp Er Tunga, Hun Türklerinin Oğuz Kağan, Göktürklerin Bozkurt ve Ergenekon, Uygurların Türeyiş ve Göç, Kırgızların da Manas destanlarıdır. Bu destanlar eski Türklerde canlı bir halk edebiyatının varlığını ortaya koymaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri de yazılı hale gelmeden önce sözlü edebiyat ürünlerindendi.

Sav, koşuk ve sagular da Türk edebiyatının sözlü ürünleri arasındadır. Türkler, ölüm törenleri dediğimiz yuğ merasimlerinde matem şiirleri söylemişlerdir. Bu şiirlerden halka hizmet eden, halkın değer verdiği üstün komutan ve hükümdarlar için söylenenlerine sagu denilmiştir. Buna örnek olarak Saka Türklerinin hükümdarı olan Alp Er Tunga’nın ölümünden sonra ona söylenen saguyu verebiliriz. Koşuklar ise şölenlerde kopuz (halk şairlerinin çaldığı saz) eşliğinde söylenip çalınan aşk ve tabiat konularını işleyen manzum (nazım ifade şekli ile ölçülü ve uyaklı biçimde yazılmış eser) eserlerdir. Savlar da atasözleridir. Bunlardan başka bazı Bizans kaynakları, Hunların kendilerine özgü halk türküleri söylediklerini yazmaktadır.
Yazılı Türk Edebiyatı

Türk edebiyatının bilinen ilk yazılı örnekleri VI. yüzyıla ait Güney Sibirya’da Talas Nehri havzasında ve Yedisu bölgesinde rastlanılan Talas ve Yenisey Yazıtları ile kuzey-doğu Moğolistan’ da Orhun Nehri civarında bulunan ve VIII. yüzyıla tarihlenen Orhun (Göktürk ) Kitabeleri’dir.

Talas ve Yenisey Yazıtlarını ilk olarak ele alıp inceleyen, Finli bilim adamı Heikel (Heykel) olmuştur. Yenisey Nehri çevresindeki yazıtların çoğunluğu, bu nehrin güneyinde, Tuva bölgesindeki Kem Nehri’nin kolları civarında bulunmuştur. Bu bakımdan Yenisey Yazıtları, Orhun Yazıtlarından daha eskidir. Talas ve Yenisey yazıtlarını, XVIII. yüzyıl başlarında gün ışığına çıkaran İsveçli Strahlenberg’dir. Bu yazıtların çoğu mezar taşları halindedir.

Orhun Nehri’nin eski yatağı üzerinde bulunan Orhun Yazıtları (Anıtları); Kültigin (732), Bilge Kağan (735) ve Tonyukuk (720 – 725 arası) adlarına dikilmiştir. Anıtlardaki kitabeler, zamanına göre çok akıcı ve edebî bir dille yazılmıştır. Göktürk alfabesiyle yazılan kitabelerde Türklerin devlet anlayışı, devlet görevlilerinin sorumlulukları ve vatan sevgisi konularına değinilmektedir. Ayrıca kitabelerde Türk beyleri ve kavimlerinin eleştirileri de yazılmakta, Türklerin Çinlilerin yıkıcı propagandalarına nasıl inanıp birbirlerine düştükleri dile getirilmektedir. Devlet kurma ve bağımsızlık fikirlerinin de işlendiği kitabelerde, geleceğe yönelik değerli öğütler verilmektedir.

Orhun Kitabeleri’nin bulunması ve okunması, Türk kültür tarihi yönünden büyük önem arz eder. Orhun Kitabeleri Türkçenin, Türk tarihinin ve Türk edebiyatının ilk yazılı belgeleridir. Ayrıca Türk adının geçtiği ilk Türkçe metinler olması bakımından da önemlidir. Orhun Yazıtları ilk olarak 1709 Poltova Savaşı’nda Ruslara esir düşen İsveçli subay Strahlenberg tarafından 1722 yılında bulunmuştur. 1889 yılında ise Rus bilgin Yadrinsef (N. M. Jadrincev) tarafından gün ışığına çıkarılan kitabeleri 1893 yılında Danimarkalı dil bilgini Wilhelm Thomsen ( Vilyım Tomsın)’da okumuştur. Wilhelm Thomsen, kitabelerin tam tercümesini 1922 yılında yayımlamıştır. Kitabelerdeki yazıtlardan ilk olarak Tengri, Türk ve Kültigin kelimeleri okunmuştur. Bilge Kağan ve Kültigin yazıtlarının yazarı Kültigin’in atabeyi Yollug Tigin’dir. Tonyukuk yazıtının ise Tonyukuk’un kendisi tarafından kaleme alındığı ihtimali büyüktür.

Bu üç önemli yazıttan başka bölgede birçok yazıt da yer almaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalarda Moğolistan’da birçok Türkçe yazıt bulunmuştur. Bunlardan en önemlilerinden birisi 1970 yılında tamamen gün ışığına çıkarılan Taryat ( veya Terhin ) yazıtıdır. Granitten ve bir kaplumbağa heykelinden oluşan kaidesi ile birlikte bu anıt yazı, Uygur Hakanı Moyen-çor tarafından 753 yılında dikilmiştir. Yazıtta hükümdarın ağzından Göktürk ve Uygur tarihi anlatılmaktadır.
7) Ekonomi

Orta Asya’da kurulan ilk Türk Devletlerinde ekonominin temeli başlangıçta hayvancılık idi. Daha sonraki dönemlerde ise Türkler tarım ve ticaretle de ilgilenmişlerdir.
Hayvancılık

Orta Asya’nın iklimi ve yeryüzü şekilleri, Türklerin yaşadığı bu coğrafya da hayvancılığın gelişmesini sağlamıştır. Bu nedenle ilk Türk devletlerinde ekonominin temelini hayvancılık oluşturmuştur. Geniş bozkırlarda en çok beslenen hayvanlar at ve koyun idi. Bunlardan başka Türkler deve ve sığır da beslemişlerdir. Türkler beslediği hayvanların etinden, sütünden, yününden ve derisinden yararlanıyorlardı. Bunlardan elde edilen işlenmiş ürünler de ticaret mallarını oluşturuyordu. Koyunun yününü eğirip ip yapan Türkler, ipi de halı, kilim ve kumaş olarak dokuyorlardı. Bilim adamlarının halının ana vatanı olarak Orta Asya’yı göstermelerinin nedeni de budur.

Bozkır hayatında sebzeye karşı fazla bir istek duyulmazdı. Türklerin en önemli yiyecekleri et idi. Türkler en çok at ve koyun eti yerlerdi. Eti konserve yapmayı biliyorlardı. Etten sonra en çok süt ve sütten yapılmış yiyecekler tüketirlerdi. Sütlü darı, peynir ve yoğurt en çok tercih edilen Türk yiyecekleri idi.

Türkler çeşitli hamur işlerini de yapmayı biliyorlardı. Ayrıca kısrak sütünden elde edilen kımız Türklerin millî içkisi idi. Hunlarda canlı hayvan ihracatı ticarette ilk sırada gelirdi. Göktürkler ise ihtiyaç fazlası hayvanlarını sınır kasabalarında, Çin ipeği ile değiştirirlerdi. Uygurlar, yerleşik hayata geçtiği için hayvancılıkta diğer Türk toplulukları kadar etkili olamamışlardır. Türkler, kışın korunaklı vadilerdeki kışlaklarda, yazın da verimli otlaklardaki yaylaklarda yaşarlardı. Yaylalardaki gür otlar hayvanlarını otlatmaları için uygun ortamlardı. Yaylaklarda kurdukları çadırları tamamen bir ev özelliğine sahipti. Kışlaklardaki evlerini ise genellikle kerpiçten yaparlardı.

Hun Türklerinde hükümdar başkanlığında yapılan devlet avı günlerce sürerdi. Bu ava pek çok kişi katılırdı. Türkler, avladıkları hayvanların etinden, kürkünden yararlanırlardı.

Türkler genellikle ipek, pamuk, deve tüyü ve yünden imal ettikleri elbiseler giyerlerdi. Yünlü ve pamuklu kumaşlardan yapılmış iç çamaşırları kullanırlardı. Soğuk günlerde giydikleri elbiseleri ile börklerini (hayvan postundan yapılan başlık) hayvan kürklerinden yaparlardı.
Tarım

Türkler hayvancılığın yanı sıra iklim ve toprağı elverişli yerlerde tarımla da uğraşmışlardır. Hunların buğday ve mısır yetiştirdiğinden Çin kaynakları bahseder. Altay ve Sayan dağlarında buğday üretiminin en az üç bin yıldan beri yapıldığı, arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır. Göktürklerde her ailenin ekip biçtiği ve suladığı kendilerine ait toprakları vardı. Göktürk Hakanı Kapağan Kağan, Çin seferinin zaferle sonuçlanması üzerine yaptığı anlaşma ile Çinlilerden tohum ve tarım aletleri almıştı. Bu durum Göktürklerin tarımla uğraştıklarının bir göstergesidir. Göktürkler dönemine ait buluntular arasında, ziraat işlerinde kullanılan uzun kürekler ele geçmiştir.

VI. ve VIII. yüzyıllarda Yenisey bölgesindeki Kırgızlar da ziraatla uğraşmışlardır. Onlar da orak, kürek ve saban kullanıyorlar, sulama kanalları açıyorlar, arpa, buğday, yulaf, mısır yetiştiriyorlardı.

Uygurlarda tarım çok ileri bir düzeyde idi. Uygurlar ovadan geçen bir nehrin yolunu değiştirerek kanallar açmışlar ve böylece bahçe ve tarlalarını sulamışlardır. Ayrıca bu sularla da büyük değirmenler işletmişlerdir. Uygurlar, her çeşit sebze ve meyve (kavun, karpuz, üzüm vb.) yetiştirmeyi biliyorlardı. Hatta Çin’e bu bölgeden kavun ve karpuz ihracatı bile yapılmakta idi. Türkler tarlaya tarıglag, çiftçiye tarıkçı derlerdi. Saban kelimesi Türkçe de bilinen en eski tarımla ilgili kelimedir. Türklerin tanıdığı ilk tarım ürünü hayvan yemi olan yonca, ilk gıda maddesi de darı olmuştur.

Tarımda sulama çok önemlidir. Bu yüzden Türkler sulama kanallarının yapımına büyük önem vermişlerdir. Hunlar Altay ve Selenga bölgelerinde su kanalları açmışlardır. Hunların Altay bölgesinde açtığı ve Göktürkler tarafından da kullanılan Tötü Kanalı’nın uzunluğu 10 km. ye yakındı. Bu kanal günümüzde dahi kullanılmaktadır.
Ticaret

Türkler daha Hunlardan itibaren ticaretin önemini kavrayarak buna gereken önemi vermişlerdir. Türk hükümdarları ticaret amacıyla önemli ticaret yolları üzerindeki Çin, Sasani ve Bizans gibi ülkelerle birçok antlaşmalar yapmışlardır. Ticaretin gelişmesi için tüccarlara kolaylıklar sağlamışlar, ticaret yollarının güvenliği için askerî seferler bile düzenlemişlerdir. Türkler komşu ülkelere canlı hayvan, konserve, et, deri, kösele, kürk, hayvani gıdalar satarken, karşılığında tahıl ve giyim eşyası ile ipek ve ipekli kumaşlar almışlardır.

Bu dönemde Türk devletleriyle komşuları arasındaki ticaret İpek Yolu’ndan yapılmakta idi. Tarihi İpek Yolu’nun büyük bir bölümü zaten Türk ülkelerinden geçmekte idi. İpek Yolu, Çin’den başlayıp doğudan batıya doğru Orta Asya’yı aşarak Akdeniz kıyılarında sona ererdi. Bu yolla yapılan kervan ticareti, Türk devletlerinin önemli bir gelir kaynağı idi. Bu yola egemen olmak için Türk ve Çin devletleri arasında birçok mücadeleler yapılmıştır. Hatta Türk-Çin dış siyasetinin temelini de İpek Yolu oluşturmuştur. Bu yol tarih boyu uluslar arası en uzun kara ticaret yolu olmuştur.

Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayıp Ural, Güney Sibirya, Altaylar ve Sayan dağları üzerinden Çin’e ulaşan ikinci bir yol daha vardır ki bu yola Kürk Yolu denirdi. İpek Yolu’na kuzeyden paralel olarak uzanan bu yolda da canlı bir ticarî faaliyet vardı. Kürk Yolu’ndaki ticaret adından da anlaşılacağı gibi Hazar, Sabir, Ogur ve Bulgar Türklerinin avladıkları sincap, sansar, samur, kunduz kürkleri ile imal ettikleri diğer malların bu yolla batıya taşınmasına dayanıyordu.

İpek Yolu ve Kürk Yolu’nun Türklerin elinde bulunması diğer milletlere karşı Türklere üstünlük kazandıran iki önemli avantajdı. 751 Talas Savaşı’ndan sonra Müslüman Araplarla Türkler arasındaki ticari ilişkiler giderek artmaya başlamıştır. Böylece Türk tüccarları mallarını sınır boylarında kurulan pazarlarda satma imkanı bulmuşlardır.
Madencilik

Türkler çok eski devirlerden beri çeşitli madenleri işlemesini ve bu madenlerden araç gereç yapmasını biliyorlardı. Göktürklerin demircilikle uğraştıklarını ve Avarlara bağlı olarak savaş araçları yaptıklarını, Hunların Altaylardaki demir madenlerini, ayrıca Hazarların da Kafkaslardaki altın ve gümüş madenlerini işlediklerini bilmekteyiz.
Devlet Gelir Kaynakları

Orta Asya’da kurulan ilk Türk devletlerinin başlıca gelir kaynakları şunlardı:

– Halktan toplanan vergiler,
– Ticaret yollarından sağlanan gümrük vergileri,
– Bağlı devletlerden alınan vergiler,
– İşletilen demir, altın, gümüş bakır gibi madenlerden elde edilen gelirler.

Türk halkı bu dönemde vergisini canlı hayvan veya ürünle ödemekteydi. Vergiyi toplayan devletin özel görevlileri vardı. Para olarak üzerinde hükümdarın resmî mührü vurulmuş ipek veya pamuk bez parçaları kullanılırdı. Madeni paralar ilk defa Göktürkler ve Türgişler zamanında kullanılmaya başlanmıştır.
8) Sanat

Orta Asya Türk sanatının temeli, geleneksel göçebe yaşantıya dayanır. Bu nedenle yerleşik hayata özgü olan tapınak, saray, kale gibi sanat yapılarına Orta Asya Türk sanatında pek rastlanmaz. Bunun yerine yaşadıkları göçebe hayata uygun ama estetik değeri yüksek eşyalar yaparak kullanmışlardır. İlk Türk devletlerinde gelişme gösteren başlıca sanatlar şunlardır:
Maden İşleme Sanatı

Demircilik ve maden işçiliği Türklerin millî sanatları idi. Altın, demir, gümüş gibi birçok madenden yararlanarak süs eşyaları, eyer ve koşum takımları, çeşitli savaş aletleri, vazo, sürahi gibi birçok mutfak malzemesi gibi araç gereçler yapmışlardır. Yapılan eşyaların çoğu pars, kaplan, kurt, at, koyun, geyik, keçi gibi hayvan figürleriyle süslü idi. Kılıç, kalkan, kargı, mızrak gibi savaş aletleri yapan Türkler, kılıçlarının kabzalarını hayvan figürlü altın levhalarla kaplarlar ve kıymetli taşlarla süslerlerdi. Türk sanatındaki bu tür süslemeye hayvan üslûbu adı verilmiştir. Hayvan figürlerinin bu kadar çok kullanılıyor olmasında, göçebe yaşantının yanı sıra, tabiat kuvvetlerine olan inancında büyük etkisi vardır.

Çin’den Balkanlara kadar uzanan büyük coğrafyada bulunan kurganlarda, maden işleme sanatına ait sayısız esere rastlanmıştır. Bu kurganlardan en önemlisi; Kazakistan’ın Almatı şehrine 50 km. uzaklıkta bulunan Esik Kurganı’dır. Esik Çayı kıyısında ortaya çıkarılan bu kurgan, MÖ V- IV. yüzyıllara aittir. Kurgandan çok sayıda altın eşyalar, seramik küpeler, gümüş çanaklar, tahta kaşıklar, iki gümüş kupa ve bir gümüş çanak ortaya çıkarılmıştır. Bunların arasında bir Türk prensine ait olduğu tahmin edilen Altın Adam zırhı, Türk maden sanatının en önemli örneklerinden biridir.

Türklerin maden işleme sanatındaki zevk ve incelikleri, Türk ülkelerini ziyaret eden yabancı elçilerin ve seyyahların da dikkatini çekerek, hayranlıklarını yazmış oldukları anılarında dile getirmişlerdir. Nitekim 518 yılında Akhunları ziyaret eden Çinli Song-Yün, 569’da İstemi Kağan’ı ziyaret eden Bizans elçisi Zemarkhos ve 629’da Batı Göktürk Hakanı Tong Yabgu’nun misafiri olan Budist rahip Hiuen- Tsang anılarında, Türk sanat zevkinin ve inceliğinin ne kadar ileri bir seviyede olduğunu hayranlıkla anlatmışlardır. Türklerde ayrıca marangoz ustaları ve tahta oymacıları da vardı. Hunlar masa, sandalye, koltuk, dolap yapıyorlar, karyola ve perde kullanıyorlardı. Çinliler bu ev eşyalarının çoğunu Hunlardan öğrenmişlerdir.
Dokumacılık

Altay ve Orhun bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda giyim eşyaları, halı ve kilim örneklerine rastlanması, Türkler arasında dokumacılığın geliştiğini göstermektedir. Halı dokumacılığı, Türklerin dünya medeniyetine bir armağanı olarak kabul edilmiştir. Halı ilk kez Hunlar tarafından koyun yününden dokunarak kullanılmıştır. Güney Sibirya’da Altay dağları eteklerindeki Pazırık’ta yer alan kurganlarda, Hunlara ait giyim eşyaları ile dünyanın en eski halısı bulunmuştur. Bu halı dokunuşu, üzerindeki nakışları ve renkleri ile dokuma sanatının bir şaheseri olarak kabul edilmektedir. Boyu 200 cm, eni 189 cm, kalınlığı 2 mm. olan Pazırık halısında 10 cm2 de 36.000 düğüm bulunmaktadır. Dünyanın en eski halısı olan Pazırık halısı, bugün Leningrad Hermitaj Müzesi’ndedir.

Pazırık kurganlarında ortaya çıkarılan eşyalar, resimler, küçük heykelcikler Türk sanat tarihinin ilk örnekleri olarak kabul edilir. Dokuma sanatında Hazarlar da ileri gitmişti. Bizanslı bir prensle evlenen Hazar prensesinin çeyizleri arasında çok güzel dokuma örneklerinin bulunduğu bilinmektedir.
Resim ve Heykel

Hunlardan kalma eserler üzerinde insan ve hayvan resimlerinin bulunması, Türklerin resim sanatıyla çok eskiden beri ilgilendiklerinin bir göstergesi idi. Göktürkler döneminde Bilge Kağan ve Kültigin için yapılan anıtların duvarlarında, her ikisinin de yaptığı savaşların canlandırıldığı tasvirler bulunmaktaydı. Türk resim sanatı Uygurlar döneminde ilerleme göstermiştir. Uygurlar aracılığı ile Türk resminde gerek teknik gerekse düşünce yönünden Uzak Doğu’nun etkisi kendini göstermeye başlamıştır. Saraylara ait duvar kalıntılarında çok güzel fresk örnekleri bulunmuştur.

Duvar resimlerini ise genellikle Mani ve Buda dinine ait konular oluşturmuştur. Uygur resimlerinde renk olarak parlak ve canlı renkler çokça kullanılmıştır. Uygur şehirlerinin kalıntılarında görülen minyatürler, Türk resim sanatının ilk örnekleri olarak kabul edilir. Uygurlardan kalan minyatürler genellikle Mani dini ile ilgili kitaplarda yer almaktadır. Minyatür, eski yazma kitaplarda görülen, ince bir sanatla işlenmiş olan küçük renkli resimlerdir. Uygur minyatürleri, daha sonraları İslam minyatürlerinin kaynağını oluşturmuştur.

Türk sanatındaki ilk heykel örneklerine Göktürkler döneminde rastlanılmaktadır. Bu döneme ait en önemli eserler Orhun Nehri dolaylarında bulunmaktadır. Bu bölgede ele geçen Kültigin’in mermerden yapılmış heykelinin baş kısmı ile eşine ait mermer bir yüz parçası Türk heykelciliğinin ilk örneklerini oluşturur.

Göktürk heykel sanatının en güzel örnekleri Balballar’dır. Türkler, ölen kahramanlarının mezarları başına, hayattayken yendiği ve öldürdüğü düşmanların heykellerini dikerlerdi ki, bu heykellere balbal adı verilirdi. Yine Göktürkler dönemine ait kurganlarda bulunan koç heykelleri geleneği, daha sonraları Anadolu’da da uzun yıllar yapılarak sürdürülmüştür.

Heykel sanatı Uygurlar döneminde oldukça gelişmişti. Uygur heykellerinin kaynağı, Göktürkler ve diğer Türk devletlerinde çok yaygın örneği olan balballara dayanıyordu. Başlangıçta normal insan boyunda yapılan heykeller, zamanla 10 metreyi aşan heykeller olarak yapılmıştır. Uygur heykel sanatında daha çok hayvan üslûbu kullanılmıştır. Özellikle de at, deve, keçi, fil heykellerinin daha çok yapıldığı görülmektedir.
Mimarlık

Türkler, Hun ve Göktürk devletleri döneminde göçebe bir hayat yaşamalarından dolayı kalıcı yapılar inşa etmemişlerdir. Bununla beraber geçici yerleşme birimleri inşa ettikleri ve buralarda zaman zaman kerpiçten evler yaptıkları bilinmektedir. Çin kaynakları Hunların evlerini topraktan inşa ettiklerini yazmaktadır. Fakat Hazarlar evlerini ahşaptan, sadece hükümdarın sarayını taş ve tuğladan yapmışlardır. Volga Bulgarları da evlerini genellikle ahşaptan yaparlardı.

Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçilmesiyle beraber evler, tapınaklar ve şehirler inşa edilmeye başlanmıştır. Tek katlı olarak yapılan Uygur evlerinin mimarîsinde Mani ve Budizm dinlerinin etkisi görülmektedir. Yapılarda kubbeyi ilk kullanan Uygurlar olmuştur. Uygur evlerinin etrafı duvarlarla çevrili olup, içinde hayvanların barındığı ahır da bulunurdu. Uygurlar, kurdukları şehirlere balık adını vermişlerdir. Beşbalık ve Ordubalık Uygurların kurduğu kentlerden ikisidir. Uygurlar sadece kendi şehir ve kasabalarını inşa etmemişler, bunun yanında Çin’de Mani ve Buda dinlerine ait mabetlerde inşa etmişlerdir. Uygur sanat merkezleri içinde Hoça, Bezeklik, Turfan, Sengim ve Sorçuk şehirlerini sayabiliriz.
Müzik

Türk toplum hayatında müziğin ayrı bir yeri vardır. Çin kaynakları 28 çeşit Hun halk türküsünden bahseder. Türk devletlerinde askerî bando çok yaygındı. Göktürk ve Uygur bandolarında davulun yanında çeşitli nefesli çalgılarda bulunuyordu. Türkler besteye ır (veya yır), müziğe kög (küg) derlerdi. Hakanın huzurunda her gün 9 tane ır ve kög çalınması hâkimiyet alâmetlerinden sayılırdı. Askerî bandonun hükümdar huzurunda çeşitli marşlar çalma uygulaması, daha sonraları kurulan Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında de devam etmiştir. Türk Ordularından Avrupa orkestralarına geçen çalgıların bazıları, kudüm (timpani bas davul), zurna (obua), çevgân (çıngıraklı asa) ve Türk kanunu (kithara)’dur.

Türk müziğinin ilk örnekleri kopuz (halk şairlerinin çaldığı saz) eşliğinde söylenen destanlar, kahramanlık hikâyeleri ve aşk türküleridir. Kopuz, Türklerle birlikte Mısır, Suriye, Balkanlar, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Rusya, Ukrayna ve Almanya’ya kadar yayılmıştır.

Bizans tarihçisi Priskos Attila’yı ziyaretinde, şerefine müzikli ziyafet verildiğini ve bir sefer dönüşünde de genç kızların Attila’yı Hun şarkıları söyleyerek karşıladıklarını anlatır. Uygurlarda pandomim (işaret, tavır ve hareketlerle oynanan sözsüz tiyatro), bale, şan, orkestra ve tiyatro da vardı. Hikâye anlatma sanatı Uygurlarda oldukça ileri idi.
Diğer Türk Boylarında Sanat

Kırgızlar; Göktürk kültürüne yakın bir üslûp ortaya koyan Kırgızlar, Çin ve İran tesiri altında da kalmışlardır. Halı ve keçe gibi gündelik ev eşyalarındaki süslemelerle kendilerinden söz ettirmişlerdir.

Bulgar Türkleri; kuyumculuk sanatı yanında mimarîde de oldukça ileri bir durumda idiler. Bulgar Türkleri şehirlerini, dört köşe yontma taştan yapılan kaleler, aslan heykelli saraylar, su yolları, Avar ve Macar sanatı ile benzerlik gösteren kuyumculuk eserleri ve süslemeli seramiklerle süslerlerdi.

Karluklar ise; özellikle çanak, çömlek yapımı ve süslemesinde kendilerini göstermişlerdir. İslamiyet’in etkisi ile süslemede insan figürleri yerini, bitki motişeri ve geometrik şekilli desenler almıştır. Karluk dönemi kapların en önemli özelliği, motişerin kabın üstüne yapıştırılması idi. Karluklar bu yapıştırma tekniğini, testiler ve ağızlı maşrapalarda başarıyla kullanmışlardır.

Peçenekler’de maden işlemeciliği ile sürahi, çanak, maşrapa gibi araç gereç yapımında usta idiler. Peçeneklere ait sanat eserlerine en güzel örnekler, 1799 yılında Macaristan’ın Torantal ilindeki Nagyszentmiklos Köyü’nde bulunan hazinedir. 23 parça üründen oluşan Peçenek hazinesinde sürahi, çanak, maşrapa, vazo, irili ufaklı taslar yer almaktadır. Altın kaplar ve üzerlerindeki süslemeleri, Orta Asya figürlerini çağrıştırmaktadır. Günümüzde Viyana’da sergilenmektedir.

Bir Cevap Yazın