Nedim
18. yüzyıl Osmanlı edebiyatına imzasını atan bir şair… Türk Divan Edebiyatı’nı hüzünden ve kederden kurtararak cıvıl cıvıl neşe ve espric ile dolduran bir sanatçı… Şiire, ölüm korkusu, ayrılık acısı yerine, yaşama şevki ve vuslat keyfi koyan, ince bir Lâle Devri adamı… Nedim, 1681 yılında İstanbul’da doğdu. Soykütüğü, kendisinin Fatih dönemine kadar uzanan bir eski aileye bağlı olduğunu gösteriyor. Zeki, neşeli, hoşsohbet bir insandı. Klâsik medrese kültürü görmüş, müderris olarak hayata atılmıştır. Medrese duvarları arasında ciddî konular üzerinde düşünmek ve konuşmaktan sıkıldı. Yaşamayı, eğlenmeyi, âlemlerde bulunmayı seviyordu, iyimser bir yapısı vardı. Bir kolayını bulup zamanın saray damatlarından Ali Paşa ile tanıştı. Damat Ali Paşa, bilgili, görgülü, sanatsever, şair tabiatlı bir devlet adamı idi. Çevresindeki istidatları arkalar, onların gelişmesi için gerekli yardımları yapmaktan geri kalmazdı. Nedim’in şiirlerindeki renkli cünbüşü hemen fark etti. Nedim’i himayesine aldı…
Nedim, Damat Ali Paşa için kasideler, gazeller yazmıştır. Onun çevresinde kısa bir sürede üne kavuştu. Artık bütün meclislerin aranan adamı olup çıkmıştı. Fakat ülke savaşta idi. Üstelik savaş, hiç de Osmanlı’nın yararına gelişmiyordu. Nedim, Damat Ali Paşa, 1716’da Varaddin bozgununda şehit olunca, fazla güçlük çekmeden yeni bir damada kapılanıverdi: Damat ibrahim Paşa. Damat İbrahim Paşa, mizacı ve düşüncesi ile barıştan yana bir adamdı. Savaşların, devleti -ister kazanılsın, ister kaybedilsin- çökerteceğine inanıyordu. Devletler, barış içinde gelişirlerdi. Bu düşüncesini açıkça söylüyor ve sürüp giden. Osmanlı Rus savaşının biran önce bir anlaşmaya ulaşması için girişimlerde bulunuyordu. Bu tutumunu tehlikeli bulan Sadrazam, Padişahın dikkatini çekerek Damat İbrahim Paşa’nın uyarılmasını istedi. Fakat bu damat -Sadrazam tartışması, Damat İbrahim Paşa’nın üstünlüğü ile sona erdi. İbrahim Paşa sadrazam oldu. (9 Mayıs 1718)
Sadrazam İbrahim Paşa’nın ilk işi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük kayıplarını verdiği bir anlaşmayı, Pasarofça Muahedesini imzalamak oldu. Tarihçilerin çoğu, bu anlaşmanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun hayat damarlarından birkaçını kopardığını kabul ederler. Ancak bu anlaşma ile, gerçekten imparatorlukta geçici bir sükûn devresi açılmış ve tarihte “Lale Devri” diye adlandırılan, cünbüşlü, sanatlı kısa bir çağ yaşanmıştır. Artık Nedim’e gün doğmuştu. Mutluluk, cıvıltıları ile dolu mısralarla sohbetleri renklendiriyor, yeni koruyucusuna kasideler yazıyor, en şıkırtılı gazelleri ile Sadâbât âlemlerinin bülbülü oluyordu.
“Bak Sitanbul’un şu Sâ’dâbad-ı nev bünyanına
Ademin canlar katar âb ü havası canına…
Ey felek insaf, ey mihr-i cihanârâ aman,
Bir naziri var ise söylen, konulsun yanına.”
Nedim artık bülbül kesilmiş şakıyordu. Gerçekten bir birinden güzel, birbirinden sanatlı kasidelerini, gazellerini ardarda yazdı. Nedim, bu sırada, Damat İbrahim Paşa’nın kitaplık memurluğuna getirildi. Paşa, Nedim’in şiirlerini de sohbetini de seviyordu. Böylece şairi daha yakınına almış ve hemen gittiği bütün toplantılara Nedim’i de götürür olmuştu. Bunun dışındaki bir vazifesi de, Damat İbrahim Paşa’nın arkalaması ile İbrahim Müteferrika’nın kurduğu basımevinde hangi kitapların hangi sıra ile baskıya gireceğini tayin etmekti. Fakat bu işleri, Nedim’in çok az vaktini alıyor, daha çok zamanını, şiir yazmak ve yazdıklarını sohbetlerde okumakla geçiriyordu.
Bir ara da Mahmut Paşa Mahkemesi naipliğine getirilen Nedim, yine gazeller, kasideler yazıyor ve her yazdığı kaside için ihsanlara gark oluyordu… Kâğıthane’de Sa’dâbât, Alibeyköyü’nde Hüsrevâbât, Kuruçeşme’de Neşâtâbât, Üsküdar’da Şerefâbât, Bebek’te Humayunâbât mesireleri Nedimi beklemekte idi. Şarkılarla, gazellerle çınlayan İstanbul, lâle bahçeleri arasından akan renkli suları seyrederek ve Nedim’in şarkı ve gazellerini dinleyerek mest yaşamakta idi. Bir yanda zevk ve safa, bir yanda keder ve bir yanda keder ve yoksulluk yan yana uzun süre yaşayamadı. 1730’da patlak veren Patrona Halil isyanı, Sa’dâbâdı da, lâle bahçelerini, sulu köşklerini de yerle bir etti. Damat İbrahim Paşa’nın hayatına da nokta koydu. Bu arada, şairimiz Nedim de baş suçlular arasında biliniyordu. Bir rivayete göre, Beşiktaş’taki evinin damına çıkıp, başka evlerin damlarına atlayarak kaçmak isterken, ayağı kaydı ve düşüp öldü.
“Bir nim neşe say bu cihanın baharını
Bir sagar-ı keşideye tut lâlezarını.”
(Bu cihanın baharını bir yarım neşe say… İçilmiş bir kadeh, koskoca lâle bahçesi değerindedir) demişti. Nedim, son kadehini ölümün alinden içti. Acaba, bir şiirinde dediği gibi, “Nim sun peymaneyi saki, tamam ettin beni” diyebildi mi? Nedim, 18. yüzyılın en büyük şairidir. Şiire, onun kadar yaşama zevkini getirmiş bir başka şairimiz yoktur. Taa günümüze kadar, onun kadar ince, onun kadar renkli ve cümbüşlü bir başka sanatçı gelmedi, gelemedi… Bütün Divan Edebiyatımız içinde tekti, tek kaldı…