İkinci Osmanlı Başkenti Edirne

1354’de bir gece Süleyman Bey Kallipolis (Gelibolu) kalesini aldı ve Osmanlı kuvvetleri Trakya’ya akınlara başladı. Artık Trakya’da Türkler’in ayak sesleri duyuluyordu. 1360’da Didymotheikos (Dimetoka) fethedildi. I. Murad (1359-1389), tahta çıkışından başlayarak Rumeli’nin ele geçirilmesi için yapılan girişimlere büyük önem ve hız verdi. Sultan, Çorlu ile Keşan’ın da Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından, Lala Şahin Paşa’yı Hadrianopolis’in fethi ile görevlendirdi. Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ile birlikte bu görevi yerine getirerek ken- ti Bizanslılar’dan aldı. 1362’nin Temmuz ayında I. Murad döneminde Hadrianopolis artık Türkler’indi. I. Murad’ın Celayirli hükümdarı Üveys Han’a gönderdiği fetihnamede kentin adı Edirne olarak yer aldı. Fethedilen bu yeni kenti büyük bir onurla ziyarete gelen I. Murad, kalenin yönetimini Lala Şahin Paşa’ya bıraktı. Bundan sonra Edirne Türkler’in Rumeli’yi fethetme hareketlerinde çok önemli bir askeri üs oldu. 1363’de Lala Şahin Paşa Filibe’yi ele geçirmek amacıyla buradan harekete geçti. Ertesi yıl, Sırp, Eflak ve Macar birliklerinden oluşan haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Savaşı, Edirne’nin 25 km. batısında gerçekleşti. Sultan Murad bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne’de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne’de büyük bir saray inşa ettirildi.

Osmanlı’nın “Dar-ül Mülk’ü

Edirne fetholunduktan sonra büyük bir hızla Türkleşmeye başladı. Osmanlıların kenti 1365’de başkent yapmaları Edirne için yepyeni bir devrin başladığını gösteriyordu. I. Bayezid (1389-1403) İstanbul’u kuşatma hareketlerini buradan yönetti.

Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra taht kavgası nedeniyle şehzadeleri birbirlerine düştüler. Bu Fetret Devri’nde (1403-1413) kent daha büyük bir önem kazandı. Bayezid’in büyük şehzadesi Emir Süleyman Çelebi, devlet hazinesini Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak burada tahta çıktı. Daha sonra şehzadelerden Musa Çelebi, Eflak Voyvodası’nın da yardımı ile ağabeyi ile mücadeleye girerek 1411’de kenti ele geçirdi ve burada kendi adına para bastırdı. 1413’de I. Mehmed Çelebi (1413-1421) Osmanlı Devleti’ni yeniden toparlayarak Edirne’yi kardeşinin elinden aldı.

1419’da bu defa da I. Bayezid’in Ankara Savaşı’nda kaybolan oğlu olduğunu ileri süren Mustafa Çelebi (ya da Düzmece Mustafa) sahneye çıktı. Taht üzerinde hak iddia ederek Edirne’yi ele geçirdi. Bir sultan olduğu inancı ile de burada kendi adına para bastırdı. Ardından güçlü bir orduyla Edirne’den Anadolu’ya geçtiyse de, Bursa yakınlarında II. Murad’a (1421-1451) yenildi. Edirne’de bıraktığı hazinesini aldıktan sonra Eflak’a giderken yakalanan Mustafa Çelebi, 1442’de yeniden Edirne’ye getirilerek öldürüldü. Edirne’de ilk şenlik, işte bu olayın ardından yapıldı. Halk da büyük bir coşku ile bu şenliklere katıldı.

II. Murad, Edirne’de şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed’e çok görkemli sünnet düğünleri de düzenletti. Sultan, 1444’de tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekildi. Edirne başkent olduktan sonra tahta çıkan ilk sultan olduğu için, Edirne Sarayı’nda yapılan ilk culüs töreni de II. Mehmed için gerçekleştirildi. Bu ilk tahta çıkışında 12 yaşında olan çocuk sul- tanın adı, İstanbul’u fethettikten sonra şanına yakışır biçimde Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktı. Manisa’ya çekilen II. Murad, bir haçlı ordusunun harekete geçmesi üzerine yeniden Edirne’ye gelmek zorunda kaldı. Bu haçlı ordusu Varna’da kesin bir yenilgiye uğrayacaktı.

II. Murad zaferin ardından yönetimi yine oğluna bırakmasına karşın, yeniçerilerin ayaklanması üzerine Edirne’ye gelerek üçüncü kez tahta çıkmak zorunda kaldı. II. Mehmed (1451-1481), II. Murad’ın 5 Şubat 1451’de ölümüyle kesin olarak tahta çıktı. Artık onun önünde çok önemli bir hedef vardı. Constantinopolis’i almak… Bu amacına yönelik harekatı Edirne’den başlattı.

Yeni Başkent Constantinopolis

II. Mehmed’in bu kutsal amacı 1453’de gerçekleşti. 29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Constantinopolis’in kara tarafındaki surlan yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya’da namaz kıldı. Constantinopolis’in fatihi II. Mehmed artık “Fatih Sultan Mehmed” olarak tarihe geçecek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni başkenti de Constantinopolis olacaktı. Başkentliği devrettikten sonra da Edirne, imparatorluğun önemli olaylarına sahne olmaktan geri kalmadı. Kent, Gedik Ahmet Paşa’yı Edirne Sarayı’nda idam ettiren II. Bayezid (1481-1512) ile oğlu Selim arasındaki taht kavgasına sahne oldu.

Edirne, 16. yy’da Batı’ya düzenlenen seferlerin merkez üssü oldu. Sultanların çoğu zamanlarını geçirdikleri bir yer durumunda olduğundan sürekli olarak ilgi gördü. Yavuz Sultan I. Selim (1512-1520), Kanuni Sultan I. Süleyman (1520-1566), ve II. Selim (1566-1574) kentin bayındırlığına büyük önem verdiler.

Edirne’nin Parlak Dönemleri

17. yy’da ise I. Ahmed’den (1603-1617) başlayarak bu ilgi daha da arttı. II. Osman (1617-1622) ve daha sonra IV. Murad (1623-1640) Edirne koruluk ve ormanlarında büyük av eğlenceleri düzenlediler. “Avcı” adıyla anılan N. Mehmed (1649-1687) ise çoğu zamanını burada sürek avına çıkarak geçirdi. 1670’lerde Edirne’yi neredeyse ikinci bir yönetim merkezi yapan N. Mehmed, Rus ve Leh Seferleri’ne de Edirne’den başladı.

Yaşamını Edirne’de sürdürmeyi seven bir başka sultan, II. Mustafa (1695-1703) Edirne Vakası diye bilinen ayaklanma sonunda 1703’de tahtından uzaklaştırıldı.

Türkler’le Ruslar arasındaki Prut Savaşı’ndan sonra 16 Nisan 1712’de Prut Antlaşması yapılmasına karşın, üzerinden yedi ay geçtiği halde Ruslar Lehistan’ı (Polonya) terketmediler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti sefer kararı aldı. III. Ahmed (1703-1730) İstanbul’dan Edirne’ye hareket etti. Bu durum karşısında kaygıya kapılan Rus Çarı I. Petro, görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Edirne’de yapılan görüşmeler sonunda 24 Haziran 1713’te Edirne Antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşmaya göre, Ruslar Lehistan’ı iki ay içinde boşaltacaklar, IV. Mehmed dönemindeki sınır çizgisi esas olarak alınacaktı. Ruslar aynca Osmanlı İmparatorluğu’nda misafir olarak kalan İsveç Kralı XII. Karl’ın da Rus topraklarından bir Türk koruma birliğinin eşliğinde geçirilerek ülkesine dönmesini kabul ettiler.

Yıkımlar

1745’deki büyük yangından sonra, 1751 yılındaki deprem Edirne’nin bir anlamda gözden düşmesine neden oldu. Bu dönemden başlayarak Edirne eski debdebesinden uzaklaşıp gerilemeye başladı.

III. Selim’in (1789-1807) Nizam-ı Cedit Islahatı’na karşı çıkan Rumeli’nin ileri gelenleri ve derebeyler, Edirne’de 1801’de ve 1806’da devlete karşı iki kez ayaklandılar (Edirne kıyamı).

1828-1829 Türk-Rus Savaşı’nda kent düşman eline geçti. 22 Ağustos 1829’da Rusların kente girmesi Edirne’nin yaşadığı zor günler oldu. 14 Eylül 1829’da Edirne’de imzalanan barış antlaşması sonucunda yeniden Osmanlı yönetimine geçmekle birlikte, savaş Edirne’yi olumsuz yönde etkiledi. Müslüman halk başka yerlere göçmeye başladı. Sultan II. Mahmud (1808-1839), halka moral vermek üzere 1831’de kente geldiğinde on gün kalıp yıkımların giderilmesi için emirler verdi. Bu gezinin anısına Hayriye, Nısfiye ve Rubiye adlarında Edirne damgalı paralar bastırıldı.

1877-1878 Türk-Rus savaşında, 20 Ocak 1878’de Edirne tekrar on üç aydan fazla sürecek olan Rus işgali altına girdi. Birçok bölgesi yakılıp yıkıldıktan sonra 13 Mart 1879’da yine Osmanlı Devleti’ne bırakıldı.

20. yy’ın başlangıç yılları da Edirne’ye zor günleri getirdi. 1912’de Balkan devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı giriştiği Balkan Savaşı’nda Edirne yüzaltmış gün Şükrü Paşa’nın kahramanca savunmasına karşın, açlıktan Bulgar ve Sırp kuvvetlerine 26 Mart 1913’de teslim oldu.

22 Temmuz 1913’de Enver Bey komutasındaki kuvvetler hiçbir direnişle karşılaşmadan Edirne’ye girdiler. Kent yıkık ve harap durumdaydı. Diğer Avrupa devletlerinin Türkleri Edirne’den çıkarmak için verdikleri tüm çabalar sonuçsuz kaldı ve Edirne 10 Ağustos 1913’te imzalanan Bükreş Antlaşması gereğince Osmanlı toprağı sayıldı.

Sınır Kenti

Edirne bu defa da, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’den 1922’ye kadar iki yıldan fazla Yunan işgalinde kaldı. Ancak 25 Kasım 1922’de Mudanya Mütarekesi’nden sonra Türk ordusu Edirne’ye girdi. 24 Temmuz 1923’deki Lozan Antlaşması’yla da o artık Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya bölgesinde Yunanistan ve Bulgaristan sınırı boyunca uzanan, bağrında pek çok Türk anıtını taşıyan sınır kentiydi.

Yapılar

İlk Osmanlı başkenti Bursa, erken dönem Osmanlı mimarisi örnekleriyle bezenmişti. İkinci başkent Edirne ise, mimarideki gelişmeleri ve değişmeleri yaşayarak, Osmanlı sanatının en yükseldiği dönemin eserlerini sahiplendi.

Yıldırım Bayezid Camisi

Edirne’deki Türk döneminin en eski yapısıdır (1397-1400). Haç planlı eski bir Bizans kilisesinin yalnızca temeli bırakılarak, üzerine yeni cami binası inşa edildi. Ortasında küçük bir orta kubbe ve etrafında dört tonoz bulunmaktadır.

Eski Cami İnşaatına 1403’de Emir Süleyman Çelebi tarafından başlandı, 1414’de Çelebi Sultan Mehmed tarafından tamamlandı. Mimarı Konyalı Hacı Alaeddin’di. Kare şeklindeki yapı, dokuz kubbesiyle çok kubbeli ulu camiler planındaydı. Bina kesme taştan yapıldı. İç mekân dört paye ile bölündü. Son cemaat yeri, kesme taş ve tuğla sıralamasıyla bitirildi. Büyük yazılarıyla dikkati çekmektedir.

Muradiye Camisi

1436’da Sultan II. Murad’ın yaptırdığı bu cami, yan mekânlı camiler planının uygulandığı en güzel örneklerdendi. Yalın bir dış görünüşü olup, doğu ve batı duvarı ile mihrap duvarını kaplayan çinileri, iki orta kubbeyi birbirine bağlayan büyük kemerin iç yüzündeki ince kalem işleri yalın görüntülerine karşın 15. yy. başındaki Osmanlı dekor sanatının en başarılı eserleri arasında yer aldı. Yapı, görkemli mihrabı ve minberiyle dikkati çekmektedir.

Üç Şerefeli Cami

1438-1447 yılları arasında Sultan II. Murad tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarlığında erken dönemle klasik dönem arasında yer almaktaydı. Türk sanatında ilk kez ortaya çı- kan plan şeması ile enine gelişen bir mekân anlayışında inşa edildi. Dört minaresinin biri üç, biri iki, ikisi ise birer şerefeli olup, baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı motif üslupları ile bezendi. Üç şerefeli minaresindeki her üç şerefeye ayrı merdivenlerden çıkılan ilk minare tarzıdır ve bu tarz camiye adını vermiştir. Hafif sivri kemerli revakları ile şadırvanlı avlusu vardır.

Sultan Bayezid Külliyesi

Sultan II. Bayezid, Kili ve Akkerman fethine giderken, ordunun gereksinimlerini karşılamak üzere Edirne’de kaldı. Bu konaklama sırasında da Tunca’nın kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, şifahane, medrese, imaret, tabhane, hamam, değirmen ve köprüden oluşan bü- yük bir külliyenin temellerini attı.

Avrupa’da akıl hastaları hasta sayılmazlar, şeytanla işbirliği yapan insanlar diye düşünülerek çoğu kez diri diri yakılırlardı. Külliyenin şifahanesindeyse akıl ve ruh hastaları, Türk müziğinin çeşitli makamları ile tedavi edilirlerdi. Şifahaneye devamlı bağlı on hanende ve sazende çalışırdı. Ney, keman, santur ve ud kullanılan sazlar arasındaydı. Özellikle neva, rast, dügah, segah, çargah ve buselik gibi makamların dinletilmesinden olumlu sonuçlar alınmıştı. Musikiden başka hastalar çiçek kokuları ile de tedavi edilirdi.

Türk-Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan külliyenin mimarı Hayreddin’di. 21 m. çapındaki kubbesi ile cami tek kubbeli camilerden olup, külliye yüz kadar kubbe ile örtülmüştür.

Selimiye Camisi

Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” diye nitelendirdiği Selimiye Camisi bu kentin tacıdır. Mimar Sinan’a Sultan II. Selim tarafından 1569-1575 yılları arasında yaptınlan cami önce, birbirine eşit üçer şerefeli dört minaresi ile göze çarpar. Çok uzaklardan görünen bu zarif minareler kubbenin etrafına cami tabanının oturduğu karenin köşelerine dizilmiştir.

31,5 m çapındaki kubbe, 8 filayağı ile bağlanmış, örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca algılanmasına neden olmaktadır. Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler.

Caminin mimarisinde olduğu kadar, mermer, çini ve hat işçiliklerinde de kusursuzluğa varılmıştır. Minberin mermer işçiliği diğer camilerden üstündür. Mihrap tarafındaki duvarlarla birlikte, Hünkar mahfili ve bütün alt kat pencerelerinin alınlıkları zarif bir çini dekoru ile kaplanmıştır. Mihrap duvarında bulunan büyük çini panoların renk ve komposizyonları ve Hünkar mahfilinin alt kısmındaki tavanın kalem işçiliği çok güzeldir.

Caminin revaklarla çevrilmiş avlusunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvanı vardır.

Edirne Sarayı

Sultan I. Murad tarafından yaptırılan ilk saraydan sonra, Sultan II. Murad döneminde Tunca’nın batısında, çok büyük bir alan üzerine 1450’de Edirne Sarayı’nın inşaatına başlandı. Sultan’ın 1451’de ölümünden sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed tarafından yapı tamamlatıldı.

Edirne Sarayı’nın önemli bölümlerinden olan Cihannüma Kasrı’nın yedi katlı olduğu ve en üst katında sekiz köşeli bir odanın ve ortasında bir havuzun bulunduğu yazılmaktadır. Cihannüma Kasrı’nın sağ tarafında Kum kasrı bulunurdu. Kum Kasrı hamamının, helezoni kubbesi vardı.

Cihannüma Kasrı’nın arka tarafındaki yerde, tonozlu bir bodrum üzerinde dikdörtgen bir planda su maksemi vardı. Terazilerden gelen sular binanın yukarısındaki depolarda toplanır oradan altı bölümle dağıtılırdı. 16. yy’ın ikinci yarısında saraya namazgâh eklendi.

Saray, 22 Ağustos 1829’da Ruslar’ın kente girip birkaç ay kalmaları sırasında yıkıma uğradı. 1867’de Sultaniye yatı ile Avrupa gezisine başlayan Sultan Abdülaziz’in gidiş yolu Tolulon’dan sonra Paris ve Londra olmuştu. Dönüş yolunda Sultan’ın Edirne’den geçme olasılığı üzerine özellikle Cihannüma Kasrı’nda bazı onarım ve eklemeler yaptırıldı. Oysa dönüş, Belçika-Koblenz-Prusya-Viyana-Budapeşte’den geçilerek, Tuna Nehri’nden vapurla yapıldı.

1875’de Ruslar’ın Edirne’yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik Ruslar’ın eline geçmesin diye Vali Cemil Paşa’nın emriyle ateşlendi. Böylece 3-4 gün süren patlama sesleri ile büyük tehlike içinde kalan Edirne kentinin 425 yıllık sarayı ortadan kalktı.

123-124 yıliarında Doğu’ya yaptığı gezi sırasında İmparator Hadrianus kendi adıyla Hadrianopolis diye çağrılan Edirne kentine görkemli bir kale armağan etmişti. 19. yy’ın ilk yarısına kadar sağlam duran bu kale de 1866-1870’den itibaren hastane, okul, hükümet binaları, kışla yapımı için Vali Hurşid Mehmed Paşa zamanında yıkılmaya başlandı. Dört tane olan köşe kulesinden yalnızca biri saat kulesi haline dönüştürüldü.

Edirne Sarayı Giriş Kapısı - www.turkosfer.com

Edirne Sarayı Girişi

Cihannüma Kasrı - www.turkosfer.com

Cihannüma Kasrı

Edirne Kum Kasrı - www.turkosfer.com

Kum Kasrı

Köprüler

Edirne’deki önemli yapı türlerinden biri de köprülerdir. Üzerine türküler yakılan bu taş köprülerin çoğu Tunca Nehri üzerinde bulunur. Taş köprüler, Osmanlı’nın mekânsal ve anıtsal anlayışıyla her zaman uyum içinde olurlar, düzenlilik ve geometri kurallarına uygunluk gösterirlerdi. Kent içi köprüler, iki başından kent dokusuna dayanırlardı. Edirne’nin içinde bulunan ve Sinan devrinin Edirne dışında inşa ettiği köprülerin güzelliğine başka kentlerde erişilememiştir.

Bu kentteki köprülerin en eskisi Bizans İmparatoru Michael Palaiologos (1261-1282) dönemindendir. Köprü sonradan Gazi Mihal Bey tarafından yeniletildiğinden onun adı ile anılır (1420). 1640’da Kemankeş Kara Mustafa Paşa bu yirmiyedi gözlü köprüye sivri kemerli Tarih Köşkü’nü ekletmiştir. 1451’de yapılan Şahabettin Paşa (Saraçhane) Köprüsü on iki ke- merli ve on bir ayaklıdır.

1452’de Fatih döneminde yaptırılan Fatih Köprüsü, 1488’de Mimar Hayrettin’in yapıtı olan Bayezid köprüsü, 1560’da Mimar Sinan’ın eserleri arasında yer alan Saray (Kanuni) Köprüsü, 1608-1615 yılları arasında Sedefkar Mehmed Ağa’nın yaptığı Ekmekçizade Ahmed Paşa Köprüsü, 1842-1847 yılları arasında Meriç’le Arda’nın birleştiği yerde tamamlanan Meriç Köprüsü (Yeni Köpıü) Edirne’nin en önemli köprüleridir.

Kervansaraylar

Sokak üzerinde bir sıra dükkânı bulunan ve klasik Osmanlı mimarlığının ilginç örneklerinden olan Rüstem Paşa kervansarayı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü sadrazamı Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırıldı. Dikdörtgen avlu çevresinde önleri revaklı odalar sıralanmaktadır.

Ekmekçioğlu Ahmed Paşa kervansarayı, I. Sultan Ahmed’in emri ile Defterdar Ekmekçioğlu Ahmet Paşa tarafından 1609 senesinde yaptırıldı. Mimarları Sedefkar Mehmed Ağa ve Edirneli Hacı Şaban’dı.

Evler

Taş duvar ve sıvayla örülmüş ahşap iskelet sistemleri ile yapılırdı. Bu evler genellikle yanındaki daha yüksek saçaklara çift eğri öğe ile bağlanan bir çatıyla örtülü, az derinde kalan locanın içine yerleştirilmiş merkezi girişi ile kusursuz bir simetriye sahipti.

Odalardan kıbleye dönük olanı namaz odası olarak ayrılırdı. Dolaplarda, tatlı, şeker, şerbet ve şurup dağıtılmasına yarayan şık kaplar, bardaklar, tabaklar, şık havlular, örtüler, le- ğen ve ibriklerin en kıymetlileri saklanırdı. Misafir odalarının duvarları boyunca yapılmış “sıra” denen raflar üzerine odayı süslemek amacıyla kıymetli çini ve porselen tabaklar, kaseler ve sürahiler konurdu. Katlı raf denilen hücrelere de değerli kaseler, gülapdanlıklar ve çiçeklikler yerleştirilirdi.

Kalınca yapılmış duvarların içine yerleştirilen veya odanın arkasında bir kümbet şeklinde dışarı çıkarılan ocaklar en sağlıklı ısınma aracıydı.

Balkan Yarımadası’nın hemen her tarafında en küçüğünden en gösterişlisine kadar bütün evlerde “hayat” denilen bölümler vardır. Oda kapılarının açıldığı yer olan bu bölüm, doğrudan evin bahçesine bakan yönde 1,5-2 metrelik direkler üzerine dayandırılmıştır. Hayatların sonunda bir basamak yükseklikte dört köşe bir kısım ayrılarak, tahta sedirlerle çevrilirdi.

Evin harem ve selamlıklarında büyük kapıların açıldığı bahçe kısımları olan avluların uygun bir yerinde mermer bir çeşme bulunurdu. Bazı evlerde avluların ortasında küçük havuzlar, üzerine asma sardırılmış çardaklar vardı. Harem ve selamlık avlularından birbirine geçilecek küçük kapı bulunurdu.

Ticaret

Edirne, çok parlak günler yaşamış büyük bir ticaret merkeziydi. Bedestenlerindeki elmas ve mücevherler altmış gece bekçisi tarafından korunurdu. 15. yy’da Doğu Akdeniz’de canlanan ticaret, bu kentin gelişmesine de büyük yardımda bulundu.

Mısır’dan, Ege adalarından ve İzmir gibi diğer Batı Anadolu kentlerinden gelen buğday, arpa, mısır gibi ana gıda maddeleri ve tarımsal zenginlikleri Enez’e gelir, buradan nehir yoluyla küçük gemilere yüklenerek Edirne’ye ulaştırılarak burada pazarlanırdı. Meriç yoluyla Filibe’den gelen pirinç de buradan İstanbul’a ulaştırılırdı.

17. yy’da İran’dan kervanlarla gelen bazı tüccarlar da Edirne’de alım-satım yaptıktan sonra buradan Balkanlar’a doğru açılırlardı. Avrupa malları Edirne pazarlarında bulunurdu. Değişik cinslerde malı bu pazara getiren Avrupalı tüccar, buradan balmumu, deri eşyalar alırlardı. Venedikli ve Fransız tacirlerin aldıkları ise, Bursa ipeği ve Ereğli’den gelen yündü.

Çarşılar

Geçiş yolları üzerinde bulunan kentin gelişme döneminde hem artan ekonomi ve ticaret yoğunluğunu karşılamak hem de cami ve imaretlere gelir sağlamak amacıyla birçok han, bedesten ve çarşı inşa edildi.

1417-1418 yılları arasında Çelebi Sultan I. Mehmed tarafından Mimar Alaeddin’e Eski Cami’ye vakıf olarak bir bedesten yaptırıldı. On döıt kubbeli yapının etrafında bir sıra dükkân, içte tonoz örtülü otuz altı oda bulunmaktaydı. Duvarları kırmızı ve beyaz kesme taştandı.

1569’da Hersekli Semiz Ali Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırdığı Ali Paşa Çarşısı yüz otuz dükkândan oluşmaktaydı. Çarşısı üç yüz metre uzunluğunda olup, altı kapılıydı. 73 kemerli, 255 metre uzunluğunda, 124 dükkândan oluşan arasta, III. Murad (1574-1595) tarafından Selimiye Camisi’ne vakıf olmak üzere Davut Ağa’ya yaptırıldı.

Esnaf

Edirne büyük ve değişik esnaf gurubunun toplandığı bir merkezdi. Deri ve dericilikle ilgili işlerle uğraşan saraçlar, yularcılar, keçeciler, ayakkabı ya da çizme üretenlerle birlikte, dokuma işlerinde çalışan bezciler, iplikçiler, ibrişimciler, külahçılar ve terziler vardı. Yiyecek ve içecek gruplarında ise pek çok aşçı, bakkal, fırıncı, kasap, kebapçı çalışırdı. Kentteki es- naf grupları arasında sarraf ve kuyumcular da güçlü bir yer tutardı. Maden işleri ile uğraşan demirci ve bakırcılar da vardı.

Kentte ayrıca dokuma boyacılığı, araba üretimi, basmacılık, gülyağcılık ve sabunculuk gibi çok gelişmiş küçük işyerleri bulunmaktaydı. Bu işyerlerinin bir çoğunun çalışmalarını sürdürdüğü dükkânlar cadde veya sokakların üzerinde iki üç katlı binaların zeminlerindeydi. Bazıları da birer üst katları bulunan sıra dükkânlar biçimindeydi. Edirne’de vergi gelirlerinin bir kısmı vakıflara ayrılırdı.

Yaşamın Renkleri

Batı’ya açılan kapı Edirne parlak dönemlerinde geçiş yolu üzerindeki konumuyla ve ticaretinin canlılığıyla Osmanlı’nın çok önemli merkezlerinden biriydi. Kentin önemi yalnızca onun ticari gücünden gelmiyordu. Bu kent, İstanbul’da etkisini göstermeye başlayan Batı çıkışlı sanat modalarını hemen benimseyip, Balkanlar’a yayılmasını sağlamak gibi bir görevi de üstlenmişti.

17. yy’da Edirne 350 bin nüfusu ile İstanbul, Paris ve Londra’dan sonra Avrupa’nın dördüncü büyük kentiydi. İmparatorluğun gerilemesi, geçirdiği büyük yangınlar (1745, 1751) ve özellikle 19. yy’da uğradığı işgaller (1829 ve 1878 Rus, 1913 Bulgar, 1920-1922 Yunan) kentin sosyal ve ekonomik dengelerini etkiledi. 1828-1829 Osmanlı- Rus savaşları sırasında Müslüman halkın çoğu göç etti. Onlardan boşalan yerlere köylerden Hıristiyanlar yerleştirildi.

Edirne’nin en neşeli insanları kuşkusuz her zaman Çingeneler oldu. Erkekleri kalay ve at arabacılığı işleri ile, kadınları ise genellikle bohçacılıkla uğraşırlardı. Müslüman nüfusun içinde sayılan Çingeneler, davul, zurna, klarnet, kanun, darbuka, def, ud ve cümbüş gibi enstrümanları kendilerine özgü bir tavırla ve yorumla çalarlardı.

19. yy sonlarında, Müslümanlar’ın nüfusu 79 bin, Rumlar’ın 77 bin, Ermeniler’in 5 bin, Bulgarlar’ın 32 bin, Yahudiler’in 9 bin civarındaydı.

Edirne Paşa Sancağı adı ile Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlıydı. Tanzimattan sonra kurulan eyaletin merkezi oldu.

Er Meydanı Kırkpınar

İnanılır ki, Kırkpınar adı kırk yiğidin adından gelir.

Bizans İmparatorları, kendi iç çekişmelerinde uzun seneler Aydın ve Saruhan Beyleri’ni kullanmış, ayaklanmalarını, taht kavgalarının başlangıçlarını hep onlarla bastırmıştı.

Aydın ve Saruhan Beyleri, bu iç çekişmelerde güçlerini Bizans’ın gereksinimi doğrultusunda kullanırken, Rumeli’deki baş kaldıran pekçok küçük Bizans kalesine ve kentine akınlar yapmışlardı. Önceleri Bizans’ın bütünlüğüne yardım için yaptıkları bu akınları, sonraları iyice alışkanlık haline getirmeye başladılar. Gücü yavaş yavaş Beyler’e kaptırdıklarını farketmeye başlayan Bizans İmparatoru, yeni kullanacak güç aramaya başladı. İmparator, Anadolu yarımadasında gün geçtikçe etkinlikleri artan Osmanoğulları’ndan Aydın ve Saruhan Beyleri’nin korkacaklarından emindi. Bu defa da Osmanoğulları’nı amaçları doğrultusunda kullanmayı tasarlayarak, onlardan yardım istedi.

Orhan Gazi de uzun zamandır Bizans İmparatoru’nun bu durumundan yararlanmayı düşünüyodu. Orhan Gazi, daha önce Aydın ve Saruhan Beyleri gibi diğer Türk Beylikleri’nin de Bizans’a yardım için Rumeli taraflarına akınlar düzenleyip Bizans İmparatorları’nın durumunu kurtardıktan sonra tekrar Anadolu’ya döndüklerini biliyordu. Onun amacı ise farklıydı. Tüm istediği Rumeli yakasına ayak basarak, orada yerleşmek ve Osmanlı topraklarını büyütmekti.

Orhan Gazi, Süleyman Bey’in Rumeli yakasındaki Bizans kalelerinden birini baskınla ele geçirmek fikrini uygun gördü. Süleyman Bey, Çanakkale Boğazı’nı iki salla ve kırk yiğitle birlikte geçip, Rumeli’ye ulaştı. Sabaha karşı Kallipolis (Gelibolu) Kalesi’ni ele geçirdikten sonra, arkadan gelen diğer kuvvetlerle birlikte, Rumeli’nin büyük küçük kalelerine doğru yürümeye başladı.

Çanakkale Boğazı’nı ilk geçen kırk yiğit, Hadrianopolis’e doğru kuvvetlerin öncülüğünü üzerlerine aldılar. Bu kırk yiğidin her biri birer başpehlivan olduğundan, her konaklamada aralarında güreşirlerdi. Hadrianopolis civarındaki bir meraya geldiklerinde, pehlivanlar yine çayırlıkta güreşecek arkadaşlarını seçtiler. İçlerinden iki pehlivan Anadolu yakasındayken, sonuçlandıramadıkları bir güreşi Rumeli seferi için yarıda bırakmışlardı. Yemyeşil çayırın üzerinde güreşe tutuştuklarında Hıdırellez’di. Akşam karanlığı çöktüğü sıralarda sonuç hâlâ alınamamıştı.

Ortalık iyice kararırken iki pehlivan güreşmeye devam ettiler. Gece yarısına doğru ise dehşetli güreş iki kahramanın son nefeslerini vermeleriyle son buldu. Er meydanında can veren pehlivanları arkadaşları bu çayırlığa gömerek Hadrianopolis üzerine savaşa devam ettiler.

Aradan uzun bir zaman geçmiş Orhan Gazi’nin yerine I. Sultan Murad geçmişti ve Hadrianopolis artık Türkler’in Edirnesi olmuştu. Kırk yiğitten sağ kalanlar, iki pehlivanın çayırlıktaki mezarlarına birer taş yaptırmak istediler. Çayırlığa vardıklarında, iki pehlivanı gömdükleri incir ağacının altından billur gibi akıp giden kırk kaynaklı pınarı gördüler. İşte ilk Kırkpınar diye adlandırılan yer burasıydı.

I. Sultan Murad Edirne’yi başkent yaptıktan sonra bu kentte okçuların, ciritçilerin ve pehlivanların yetişmesi için bir güreşçiler tekkesi açtı. Kırkpınar güreşlerinin ilk yapıldığı yer, Edirne’nin altı saat batısında olup, bugün bu bölge sınırlarımızın dışinda kalmıştır.

Kırkpınar bir Türk atasözünün de kaynağı oldu. Hıdırellez başlamadan yaklaşık yirmi beş gün önce Kırkpınar Ağası, halkı güreşlere çağırmak için, yöredeki kent, kasaba ve köylerin kahvelerinin tavanlarına asılmak üzere, kırmızı dipli mumlar gönderirdi. Bu, özellikle çağrılıyorsunuz anlamını taşırdı. Bir yere gelmesi istenmeyen kişi, çağrılmadan oraya giderse söylenen; “Kırmızı dipli mumla mı çağrıldın” atasözü buradan kaynaklanmaktadır.

Hıdırellez’den yaklaşık on beş gün önce, köylüler tarafından Kırkpınar yakınına tezgah ve dükkânlar, meydanın etrafına da izleyiciler için çardaklar yapılmaya başlanırdı. Yakın yörelerden gelen esnaf ve satıcılar, hazırlanmış olan derme çatma dükkânlara ve tezgahlara yerleşirler ve satacakları yiyecek, içecek ve giyecekleri buralara yerleştirirlerdi. Meydanın etrafı köşkler, dükkânlar ve köylülerin yaptıkları gölgeliklerle dolardı.

Kırkpınar Ağası ise, Hıdırellez’den bir hafta önce Ağa Çadırı’nı, güreşçilerin ve misafirlerin çadırlarını meydanın etrafına kurdurmaya başlardı. Aynı zamanda yemek kazanları ve kaplar getirilir, aşçılar hazırlıklarına başlarlardı. Bütün bu hazırlıklar yaşanacak cümbüşün ve renkliliğin müjdecisi gibiydi.

Güreşler Hıdırellez’den üç gün önce başlar, günlerce süren bayram ve açık hava eğlenceleri içinde sürüp giderdi. Halkın saygı gösterdiği, güvendiği eski yaşlanmış pehlivanlardan iki üç tanesi, Ağa’nın çağrısıyla hakem olurlar ve Ağa ile birlikte, onun çadırından güreşleri izlerlerdi.

Birinci gün eğlencelere aynlır, son gün genellikle başaltı ve başpehlivanın güreşleri ile geçer, tüm karşılaşmalar Hıdırellez’in arifesinde akşamüstü sona ererdi.

Edirne Kırmızısı ve Edirnekâri

Tahta üzerine boya ile yapılan süslemeye Edirnekâri denirdi. Edirne’de 14. yy’dan başlayarak bu biçimde pek çok tavanlar, kapılar, dolap kanatlan, saatler, sandıklar, kalemlikler, raf lar ve çekmeceler bezendi. Aynca çekmecelerin içine de yaldızla tuğralar ve değişik bezemeler yapıldı.

Motifler doğaya dönük olup, çiçek, yaprak, meyvalardan oluşurdu. Bu süslemeler, boyalarının sağlamlığı ve ince işçilikleriyle dikkati çekerdi.

Edirnekâri süslemelerdeki motifler, 17. yy’a kadar tek tek çiçekler, minik buketlerden oluşurken, 18. yy’da bu çiçekler büyük buketler haline geldi veya vazolann içinde resmedildiler.

18. yy’da Edirnekâri, motif ve düzenleme olarak deri kitap kapaklarında da yer almaya başladı ve giderek yaygınlaştı.

Edirne’de yapılan lake ciltler de Edirnekâri adını almaya başladı. Bu ciltlerin üzerindeki nakış ve resiınler vernikle parlatılırdı. Edirne’de yapılan lak işleri de Edirne Lakı olarak anılmaya başlandı.

18. yy’da Edirne Türk Kırmızısı ya da Edirne Kırmızısı (Rouge d’Andrinople) diye adlandırılan boyacılığı ile büyük ün kazandı. Bu al rengi taşıyan pamuklu kumaşlar da Edirne Kırmızısı diye adlandınldı.

Edirnekâri, 19. yy’ın ortalanna kadar kullanıldı ve büyük ustalar yetişti.

Şenlikler

Edirne, 16. yy’a kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun kent şenliklerini yaptığı tek yerdi. Bu yüzyılın başından başlayarak şenlik kenti İstanbul oldu. Böyle olmakla birlikte, IV. Meh- med’in 1675’de Edirne’de şenlik düzenlettiği bilinmektedir.

Bu kentte ilk şenlik II. Murad’ın Düzmece Mustafa’yı yakalayıp öldürttüğü olay sonrasında yapıldı. II. Murad, Edirne’de Şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed’in görkemli sünnet düğünleri şenliklerini de burada yaptırdı. 1444’de yine II. Murad, Ramazan Bayramı nedeniyle üç gün üç gece spor gösterilerinin ağırlıkta olduğu şenlikler düzenletti. 1450’deki ise, Sultan’ın oğlu Şehzade Mehmed’in Sitti Hatun’la evlenmesi nedeniyle yapılan ve yaklaşık üç ay süren şenlikti.

1457’de Fatih Sultan Mehmed’in şehzadeleri Bayezid ve Mustafa’nın sünnet düğünü şenliklerinde, spor gösterilerinin yanısıra, bilim adamlarının sohbet ve tartışmalan da yapıldı.

Bunlardan başka, 1472’de Cem Sultan ile Şehzade Abdullah’ın sünnet düğünlerinde ve 1480’de şehzadeler, Selim, Şehinşah, Mahmud, Âlem, Korkud, Ahmet ve Oğuz Han’ın sünnetlerinde şenlikler yapıldı.

Şenliklerin en unutulmazı kuşkusuz, başkent İstanbul olmasına karşın Edirne’den ayrılamayan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) 1674 yılında yaptırdığı şenlik oldu. 1674’de on iki yaşında olan şehzadesi Mustafa (sonradan Sultan II. Mustafa) ve iki yaşındaki şehzadesi Ahmed’in (sonradan Sultan III. Ahmed) sünnet düğününün arkasından, on yedi yaşındaki kızı Hatice Sultan ile vezir ve müsahib Mustafa Paşa’nın evlenme düğünleri yapıldı. Ziyafet ve şenliklerle on altı gün süren sünnet düğünü ve on dokuz gün süren evlenme düğünü, Edirne kentinin tarih sayfalarına güzel anılar ekledi.

Bu şenliklerin hazırlıkları altı ay öncesinden başladı. Geçit törenindeki nahıllar, yapma bahçeler, şekerlerden yapılmış hayvan heykelleri.göz kamaştırıcıydı. Seyirlik oyunlarında ise, cambazlar, yılan oynatanlar, gölge oyuncuları, kuklacılar, gözbağcılar bütün hünerlerini gösterdiler. At yarışları, ok atıcılığı, cirit, kılıç ve güreş karşılaşmaları da günlerce sürdü.

18. yy’dan başlayarak bütün kentlerde kır gezinti alanlan ve çayırlar halkın eğlencesi için açıktı. Edirne’de ise, Meriç boyunca uzanan meyva ve sebze bahçeleri, geceleri buralara gelen halkla neşelenip renklenerek bir gezinti yerine dönüşür, Meriç’in çağıldayan sularına, insan seslerinin cıvıltıları katılırdı.

Bir Cevap Yazın